3 Haziran 2016 Cuma

La jetée


Şâir T.F.’den muktebes

Tam ucunda Bostancı sâhilindeki dalgakıranın,
elleri kavuşmuş iki sevdâlı uzanmıştır semâye;
birinin yüzünde ziyâ-i ahter, birinde nikâb-ı sâye.

Fakat ona sormalı, her gün niçin biraz daha yakın
saklar şu mecrûh, ilâhî yârini, için için cenâhında;
zîrâ bütün bir sergüzeşt-i inkisâr ağlar nigâhında.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Evciğimizden


Bir vagon içinde, kavuşmuş, pür-halecân, sessiz;
temevvüc eden semânın a`mâkine dalmıştık biz.

Başım tam göğsünde, kalbinde idi. Her nefesin
beni yerimden zıplatır, âb-i rûha işler idi sesin.

Sonra bir evcik gördük kenârda, ne diyordun?..
Şu evcik bizim olsa!.. Yâ... Ne âmâl-i sâf-derûn!

İndik ilk durakta, hatırlarım, hep oraya yürüdük,
kalb-şiken sevdâmızı o evciğe berâber sürüdük!

Dedin:  Bizim olsa, bak pek güzelmiş, ne dersin?..
Dedim:  Onu bilmem, yalnız sen, sen güzelsin.

Tüm gün gezdik, yaylalarda evcik hayâli kurduk;
lâkin o hayâli yine biz, yine kendimiz soldurduk!

Bir bâd-ı peyem-res, pür-hânde ezhârı soldurdu!
Bir bâd-ı peyem-res, kalbimdeki nârı soldurdu!

Gittiğin o kollarda, dilerim ki pek mes`udsun sen,
evciğimizden ancak sana neşîdeler yazarım ben.

30, IV, 2016

26 Nisan 2016 Salı

Leyliye


Yalnız sâkit bir elhân... Ooh, hayâl-perverde
ihtizâz ediyor gibidir gürîhte bir âb-ı bârân;
bu mevce kapılır, haylaz, kaçarım hâbımdan.

Bak, aheng-i girye-feşân karşısında bir perde
uçuşmak istiyor gibi bâd-i bükâ ile sallanır;
zarar yok, o, bu levhâyı ne vakit görse tanır…

Masanın üzerinde, bakınız, bir iki eski risâle;
yanındaki sünbüller boyun eğmiş, solgun,
gelmez can vermek elinden kalb-i mazlûmun.

Böylece bakarım karşımdaki rûh-i tağdîle,
perdenin ardında râkid, bembeyâz bir deniz,
âgûşumda bir bebekmiş gibi sallanır, sessiz.

Âh, ey şikeste hayât! Ey, kalb-i elem-perverim!
Bırak saçlarınla sallansın, sallansın gene rüzgâr,
mâssetsin sûretini semâdan sızan yağmurlar!

Rûh-i perestişkârânem! Bak, artıyor kederim
temâşâ etdikçe kalbimdeki makber-i meyli,
böyle geçmekde, -yazık!- ömrümün her leyli!..

Peki mutmain mi vicdânın, ey, leyl-i serâir?
Yine dağılacak, süslenip sabâh olacaksın,
sen gitdikçe, âh, bu rûhu hangi emel sarsın?..

Bir semâ ki, hasret-i mâhımla mütegayyir...
İşte sabâh oluyor, karşımda o deryâ-ı sükûn;
mehtâb-ı zî-huzûr, sen niçin gülümsüyorsun?..

Frédéric François Chopin - 24 Préludes, Op. 28: No.15 in D Flat Major


26, IV, 2016

24 Nisan 2016 Pazar

Eshâr-ı Bahâr


Eshâr-ı bahârı seyrediniz… Hep şûh-ı mülevven!
Hep yeşil, dest-i hazândan girîzân yapraklar tâze,
beyaz bir güvercin zî-huzûr, mevkin-i lâlinden
                                 pür-neş`e başlar pervâze.

Bir tirâje-i münevver izler ufuktan, pür-handân
şu ezhâr-ı hayâtı… Güzelsin, ey hande-zen çiçek!
Yazık!.. Ezince pâyinde seni mengene-i hazân
                                nûrun müebbeden sönecek.

Evet, sönecek!.. Her çiçek için solmak mukadder…
Sen de söneceksin, emel gibi, ey gonce-i rengîn!
Lâkin ne zarar eğer pür-sâye örtülürse mezher?..
                                Sen solsan da güzelsin.

Solsan da güzelsin!.. Ey, seng-i mezâr-ı rûhum,
medfenimde saçılsa sünbülünden uçuşan ıtır
belki mesrûr olur penâh-ı sükûn-ı mecrûhum.
                                Nîsân kalbimde yaradır.

24, IV, 2016

26 Mart 2016 Cumartesi

Şiʿr-i Hakk

«Köhne, kadîm, ahmak» dediniz,
biz ona «şiʿr-i hakk» diyoruz;
biz ona «hür yaşamak» diyoruz.
mâdem öyle, şimdi dinleyiniz:
Üç buçuk!.. Şu kadîd şey için
hâbımı, şevkimi harâb ediyorum.
«Yaz!» diyor da şitâb ediyorum,
ve kayboluyor bu sükût-u tanîn.
Sırf şu münfaʿil, kırgın elem-i hiss
şâd olsun!.. Hâlimi bî-tâb ediyorum.
Kar’im duvarlara hitâb ediyorum.
                 Fakat mütehassis:
«Bir gün güneş açacak» diyoruz,
«huzûr bundadır ancak» diyoruz.


Eski Şeyler
4, IX, 2015

20 Mart 2016 Pazar

Gayyâ


Ne diyorduk bak: «Beşerin şu in`idâlinde
«öyle bir gayyâ var ki, içerinde kaynar
«leşten mürekkeb bir vücûd-ı levs var.
«Muttarîden, muttasıl, bir nuhâm hâlinde

«mütecessid bir cîfe süzülür, inkilâlinde
«kizbinden nâ-şinîde salyalar sayıklar,
«lebinden yalnız mülevves ü murdâr
«riyâlar çıkan bir ayyân ü âteşîn gövde!»

Bu mekruh-ı âteşiyâna cinândan sen
istihzâ nazarıyle bakıyorsun nefrinden.
Hâtırân, meleğim, ediyor mu takdîm?

O köpüklerde, taşlarda bir mâtem-gîr
ma`lûl var ki mevt-i esved sürüklenir...
Bak yakından, o tüm giryemle benim!



20, III, 2016

Sis


Ey semâdan bir eli andıran perde, sis!
Herkes sana lânetler yağdırmaya başlar,
ben semâvî çehrene meftûn ve de nâ-çâr
hayrân kalırım bunca vefâsıza bî-his.

Lâkin denmez ki senin sûretin mûnis;
senin nemrutvâri, örtülü bir yüzün var,
ardı yalnız boşluk ve nâ-vücûd esrâr.
Ardı yalnız boşluk ve dinmez bir ye`s.

Niçin o çehrenin ardında saklanırsın?
Görünür artık efkânında koca bir yığın
zillet ki tozların içinde süzülür durur...

Şimdi efkârım bana uzaktan yaklaşır
söylenerek, ben duymaktan hâlî, sağır:
«Mütelevvin değil, gaddar bir gurûr!»



20, III, 2016

17 Mart 2016 Perşembe

Bahtsız Bir Ömür

«Yazık değil mi, niçin bir tanîn-i şevk olsun
benim enîn-i gamım bir leb-i meserretde?..»
T.F.

Galatasarayı’nın ücrâ sokaklarından birindeki Ebvâb-ı Müzehheb edebî mecmuâsı çatlak sıvalı, kiremit rengi boyalı, taşyağı ve hamur kokulu, kaymaktaşı işlemeli demir kapıdan ufak binâsıyle her vakitki tenhâ hâline nispeten bugün epey yoğun olacakdı.
Mehmed Suad Bey, erken gelmişlerdi.
Nihâyet tefrikasına başlanacak olan Bir Emel-i Me`yûs isimli hikâyesinin tebriklerini kabul etmek için sayılı edebiyyât isimlerini ve cerîdeden kalem arkadaşlarını sofada, heyecânına mağlûb, oturduğu yerde bir lâhza için sâbit kalma mukâvemetini gösteremeyerek bekliyordu.
Ne yazık, dakikalar geçmiyordu!
Üç yılının gecesini ve gündüzünü verdiği hikâyesi nihâyet ikmâl olmuş,  tüm tashih ameliyyâtı bitmiş, yalnız neşretmek ve elleriyle ördüğü şu ufak, yepelek bir hayât kâbilindeki şeye gelecek tebrikleri kabul etmek, mütevazı bir minnetle bunları iâde etmek kalmıştı.
Üç sene!.. Ne demek? Yeşilden çuhalı yazıhânesinin tepesinde geçen üç sene, koca bir ömür gibiydi. Kâh kesilmekten, sırf beş sahifeyi haftalar boyu yazıp yırtmakdan, tekrar tekrar yazıp yırtmakdan muzdarip günlerle, kâh birbirinin sedâsına yapışacak kelimeleri bulamamakdan, şâirânelik hünerini tümden kaybetdim dehşetinden mütevellid bir ye`sle, kâh bir cümlenin bozulan, saatlerce -bî-hâb saatlerce- üzerine kalem vurulmasına rağmen bir türlü yerine oturmayan inşaatını bir mühendis-i edebiyyât nazarıyle tashih etmekle geçen üç senelik bir ömür!.. Sâde bu da değil, câmit kış gecelerinde koynunda uyutduğu, saçlarının kıvrımlarına kadar olan şiiri elleriyle ördüğü, vakit olurdu ki onların ma`lûl tabîatlerine kendi dahi ağladığı fertleri şimdi birer efsâne olacak, kaybolacak, ondan kaçacaklardı, öyle mi?..
Hüseyin Bey, artık uzaklarda âfâk-ı mütemevvici, sehâib-i gürîhteyi temâşa eyleyerek hayât-ı bedbahtının bu girye-engîz levhâsına gömülüp, güm-şûde, tüm bu zılâlin altında ezilmiş bir cîfe kâbilinden ağlayamayacak; onun emel-i me`yûsundaki hayat refiki Nâgihân ise köşesinde -bir heykel- çuvaldızı ve örgüsüyle uğraşamayacak yâhut Hüseyin Bey’den işvelerle aşırdığı Fransevî mecmuâlardan tercümeye çalıştığı bir Lamartine yâhut Coppée neşîdesinden, her kelimesine mest olduğu bir Daudet hikâyesinden vücûd bulan hissiyât feverânıyle beşeriyyâtın mahv-i mukadderine tatlı tatlı hislenemeyecek, bu bedbin-âne fakat füsûn-perver ezgilerin içinde kaybolamayacak, öyle mi?..
Üç senesinin her dakikasını fedâ ettiği, yazıhânesinde değilken bile dîmağında hayât bulan bu fertler, şimdi bir gazetenin sayfalarını topu topu yüz kuruş için dolduracak, okunduktan sonra da beğenildi yâhut beğenilmedi, yalnız buruşturulup köşe ücrâya fırlatılacak bir kâğıt parçasından ibâret olacak, öyle mi?..
Şimdi birer nikâb-ı sisle örtülmüş zannında olduğu gözleri bu nârin hayâlâtı bir örümcek misâli ören parmaklarını ona, kendi lisânında telâkkî ettiği kelimelerle, «evrâk-ı kadîd-i hazân» teşbihinde gösteriyor; sînesinden sökülüp alınan bu şiire karşı nâ-çâr kalmaktan mütevellid bir «maraz-ı şedîd-i lâ-yemûd»a tutulan boğazının hırıltısından sanki yalnız üç senelik bir ömür değil, hem bahtsız bir ömür, enînini duyuyordu.
Bahtsız bir ömür!.. Yerlerdeki taşları buğulu nazarlar ile seyrederek, perîşân-hâtır, kendisine bu enîni tekrâr ettikçe cihâz-ı asâbının içinde sanki bir hummâ-i lâ-devâ tevellüd ediyor, başı nârlar içinde yandıkça o efsâne olacak fertleri, zât-ı zî-kıymetleri temâşâya daldığı mermerlerde nuhâmî görüyordu.
Kapı çalındı zannetdi.
Demir kapının ufak darbelerle vurulmasıyle ânîden kendine gelerek, bir eliyle başından düşecek olan fesi tuttu ve yerinden fırlayıverdi.
Cerîdeden başmuharrir Câhid Şevki ve şâir Ahmed Osman Bey teşrîf etmişlerdi.
Câhid Şevki Bey, her zamanki hâliyle yakışıklı, lâciverd bir frak, beyaz bir gömlek ve elbisesi ile latîfce âheng-i renk vücûde getiren nakışlı bir sencâbî fiyango giyinmiş idi. Şosonları bu soğuk günde bile tertemiz olmaktan hâlî kalmıyor idi.
Refikinden nispeten biraz daha az şık kalarak Ahmed Osman Bey de tabîatinin ona verdiği tüm şûhluk ile zarîf, beyaz gömleği, siyâh cepkeni ve biraz tozlanmış iskarpinleriyle pür-tebessüm duruyor; şebâbının tüm güzelliği düzgün fesinin yanından târümâr olmuş güneş sarısı saçlarından vücûde geliyor imişçesine, koltuğunun altında tuttuğu iki üç La Revue Fantaisiste risâlesi ile şüphesiz ki şâir idi.


(...)

16 Şubat 2016 Salı

Hep yâhut Hiç

“Bakınız şimdi, size ne anlatacağım...”
Eski dostum İhsân Bey, anlatacağı hazîn sergüzeştine böyle başlamıştı. O akşam Beykoz’daki köşkünde altı kişiydik. Ben zâten üç gündür burada misâfirlik ettiğim için, onun bu hassas hâlinden istifâde etmiştim.
Cerîdeden muharrir arkadaşlar oradan buradan toplaşarak bu gece için yatıya gelmişler, yanlarında da birçok içkiyi getirmişlerdi. Rom yâhut viski sürekli bardaklara doluyor, bu yüzden pek sıcak olan geceden iyice bunalıyorduk. Bir şehnişîn hayâl edin ki altı adam feslerini bir köşeye fırlatmış, çoktandır açılmış olan boyun bağları çıkmış, terden artık rengi solmuş lâcivert kadife cepkenler boş bir sandalyenin üstüne yığılmış... İşte böyle bir levhânın içinde biraz olsun harâretimizden kurtulmak için tamâmiyle Marmara’nın hudutsuz kucağına dönmüştük.
Çehreler sert içkiden kızarıyordu.
Bizim beyefendiler artık aslında hiç yüz çevirmeyecekleri latîfelere kahkahalar ile gülüp eğlenirken ben neden sükûnetimi korumayı uygun buluyor, bir taraftan onları temâşa edip bir taraftan da portakallar doğruyordum.
İhsân Bey, ufukta nârin, ürkekçe sallanan, sıcaktan artık sararmış ağaç yapraklarına biraz daldı; ben buna dikkat kesilmiş, şu sebepsiz zannettiğim dalgınlığını suâl etmeye kalkışacaktım. O, buna fırsat vermeden, zarif bir tebessümden mürekkeb bu mukaddîme vasıtasıyla söze atıldı.
Birden hepimiz sükûn içinde idik.
Tümümüz elimizde ne iş varsa bırakmış, şu boğucu sıcağın içinde yekdiğerimize daha da -ve daha da- sokulmuş, tüm dikkatimizle İhsân Bey'e kulak kesilmiştik. Şimdi o, Marmara’nın şu uçsuz bucaksız kucağına mânâlı nazarlarla dalmış, bıyıklarını buruyor, şöyle diyordu:
─ Bakınız şimdi, size ne anlatacağım...
En azından bu denli sıcak bir gündü. Üzerinden artık beş sene kadar geçmiştir zannederim. Mayıs ayının ortalarıydı. Şişli’den arabaya binip Galatasarayı’nda inecektim. Hakîkaten ilginç bir sıcaktı. Başımı kaldırmaya hâl bulamıyor, muvaffak olduğumda da yalnız açılmış az az, bembeyaz şemsiyeleri görüyordum. Havada sürekli titreşen bir sükûtîlik hâli vardı. Sanki tüm şehir evlerine çekilmiş, sofada oturup yelpâzeleriyle biraz serinlemek istiyor ki sokakta işi olan birkaç mêyûsdan başka kimse kalmamış... Benim de cerîdede ufak bir tashih işim olmasa dışarı çıkar mıydım?
Bilmem. Yalnız o vakitlerki hissiyâtımı idrâk etmenizi sağlayacak kelimeleri bulamıyorum. Sizler de çok iyi bilirsiniz ki hayat tümüyle hissedilecek bir şiirdir. Ne demek istediğimi, rica ederim, sizler de anlıyor musunuz?

Hayâl yâhut hakîkat olsun, şiir her yerdedir. Lâkin o, elle uzanılıp tutulacak cinsten bir şey değil, bir çağlayan feverânı mukâbilinde sürekli taşan, fışkıran ve köpüren, önünde ne müşkül bir mâni varsa mahvedip deviren; beşerin zihnine tesir etmek demek az kalır, bunun üzerinde bir nüfûz hâli, hatta şöyle tasvîr eylemek gerek ki beşerin zihnini oluşturan yegâne şeydir.
Evet, şiir her yerdedir.
Bunda elbet ki yazılıp unutulacak gazelliyâtdan, kasâyidden yâhut kırgın hikâyelerden bahsettiğimi zannedeceksiniz; hayır! Ben bunda yalnız bir ümit güneşinden, yeni doğmuş bir bebeğin gözlerindeki hayat ışığından, işte, şu mağmum ve zulmetler içindeki hayata karşı bir tahammül olarak telakkî ettiğimiz ziynet ve tesellîden bahsediyorum...
Bir şiirden bahsediyorum ki o, içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte de vardır. O bir şiirdir ki anlatmaya kelimeler ancak kifâyet bulsun... Bilmem, -artık bize karşı bu hitâbında titriyordu-, benim heyecânıma sizler, bilmem ortak oluyor musunuz?
Bilmem, sizler de her sabah aynanızın karşısına geçip de her geçen günün diğerinden diğerinden bir farkı yok hükmünü verirken bu denli bir ıstırap şehkâsı duyuyor musunuz? Fakat, ne zarar! Üzerinizde her gün doğan güneşi tahayyül ediniz, bu bir şiir değil midir? Yalnız bu da değil; şu siyah makberden bir yaşama şerâresiyle doğmuş hasta bir gonca, topraktan göğe yarılıvermiş –şu hayatın en büyük tesellîsi diyebileceğim- bâkir bir ağaç, altın sırması saçları ve masmâvi yeldirmesiyle Galata’dan ufak adımlarla şitâbân bir kızlık ve hezaren bastonu, kırmızı dantel işlemeli mendiliyle onu tâkîbe koşan bıyıkları yeni terlemiş genç...
İşte, biliniz ki bunlar hep birer şiirdir. İsteyin yâhut istemeyin, hayatın bizzat kendisinden kaçamayacağınız gibi bu şiirden de kaçamazsınız. Gözünüzü kapatıp yatağınıza uzandığınızda, başınızı kaldırıp ufak bir nefes alma hayâliyle gülümsediğinizde, hatta hiç yoktan var zannettiğiniz o yürek dağlayan elem hissinde...
Evet, bunlar hep birer şiirdir ki yalnız onu görmek için nereye bakılacağı ve nasıl bakılacağı mühimdir. Rica ederim, anlıyor musunuz?

Görüyorsunuz ki, tashih işinden ziyâde böyle bir şiir görmek ümîdiyle dışarıdaydım.
İşte, şimdi, az uzaktan atların çıngırağı, haydayıcının kamçısının sesi duyuluyor; biraz sonra ise karşımda donuk sarı bir tramvay, altındaki rayları yarmak, yıkmak istercesine sarsılarak geliyordu. Bakınız ki görmek isteyen için bu da bir şiirdir. Kimbilir o tramvayın içerinde ne hayat güneşleri doğmuş, ne yürekler yekdiğerine kavuşmuş ve işte, şu, sarı donuk tramvay, ne emel çiçeklerine karanlık bir mezar olmuştur! O donuk sarının altında –tahmîne aklım ermiyor- ne kederler, ne hissiyât, ne sevdâ hayâlleri yatıyordur! Şu koca arabayı bir havuç, rahat bir uyku hayâliyle çeken Macar atı, evinden, yuvasından koparıldığında, size sorayım, sizce bir şiirin kucağına atıldığının farkında mı idi? Yine şu atların kulağında, evine birkaç kuruş, iki okka ekmek götürmek emeliyle sürekli kamçısını şaklatan haydayıcı, sizce o bir şiirin en nâif hâli değil midir?
Bu koca şiirin içinde bizleri âciz, zavallı kaldığımızı düşünmekten alıkoyan nedir?

Yandaki merdivenleri tırmanıp arkadaki sandalyelerden birine oturmuştum. Beyaz gömlekli, siyah cepkenli, kalın bıyıklı şu genç biletçi en son yanıma geldiğinde ona kırk parasını verdim. Sonra bir hayda nârâsı, bir kamçının havada şaklayışı, atların imdât dileyen kişneyişi ve yine sarsıla sarsıla inleyen, gıcırdayan bir terâne misâlinden tekerlekler ve -zannediyorum hayâl edebilirsiniz ki- koca arabanın ortasında melûl bir edâyle tek başına oturan zâtım...
Feriköyü’ne kadar giden yolu nasıl geçirdiğimi tahattur edemiyorum. Dalmış olacağım, sonra beni şu dakikalık hâbımdan uyandıran köpek havlamaları, arabanın arkasından belki aş bulmak ümidiyle koşturan zavallı yaratıklar! Bunun içindeki acı şiiri görebilenler şöyle düşünürler:
Köpekler, işte onlar, konuşma şerefiyle mümtâz şu insanın nankörlüğüne böyle feryât eden, lânet yağdırır mahlûklardır.

Şimdi bir yokuşu tırmanmak için tramvay duruyor, arabaya iki güçlü at daha katılıyor; sonra şu dar sokaktan bendini yırtmak, vücûduna vurulan prangasını koparmak ister gibi araba tırmanıyor da tırmanıyor... Tekerlekler yine kulak tırmalar bir sedâyle yırtınıyor ki en sonunda tepeye varmaya muvaffak olduk. Şu iki at, tekrar arabadan ayrılıp ahıra dönüyor ve işte, benim sizlere asıl anlatmak istediğim şiir de burada başlayacak:
 Az ötede, -yolun kenarında- kuşamından subay olduğu belli bir genç, elindeki mâi mendili arabaya sallıyor; yanında da sanırım ondan daha genç olan hanımı ve erkek çocuğu bir yere geç kalmış olmanın gerginliğiyle oraya buraya yürüyerek bekliyor.
Arabaya bindiklerinde daha ziyâde fark ediyorsunuz ki işte, bahsettiğim o tüm şiir, yüreği herhâlde vatanını yükseltmek ve yüceltmek ümîdiyle yanan şu subayın masmâvi gözlerindedir.
Bakınız; başındaki Leh iplikli, düzgün kalıplı fesi, üzerinden dizlerine kadar inen koyu yeşili kalın kadife üniforması, birbirine eşit iliklenmiş altın rengi göğüs düğmeleri ve omzundan yine göğsüne kadar dökülen bu altın renginden sırmaları, ayaklarından elbisesinin bittiği yere kadar çıkan sağlam koyu kahveden deri çizmeleri, belindeki kemerden ayak bileğine kadar inen, şu bahar güneşinin altında alevlenenen gümüş kabzalı hilâl şemşiri, bir elinde nârin hareketlerle süreklediği gümüş başlıklı; ince, pürüzsüz bağa gövdeli bastonu, mütereddit temaslarla üniformasının cebinden alarak baktığı, ucu gümüş renginde bir ipliğe bağlı olan mineli saati, temiz kesilmiş sakalı ve yanaklarına doğru gürce sivrilen, taranmış Frenkvâri bıyığı anlatır; bu genç adam daha harp akademisini yeni bitirmiş bir yüzbaşısıdır.
Hâlinden bellidir ki bu tramvaya yalnız geç kalma endişesinden, arkadaşlara karşı duyulacak mahcûbiyetten, titiz olmamakla ithâm edilme korkusundan binilmiştir. Beyoğlu’nda gitmeleri gereken bir dansa atlı, çergili araba çağırmaya da vakit kalmamış; belki şu sarışın, nâtüvân yavrucak köşkteki piyanosunun başında küçükhanım Fransız mürebbiyesinden yarım saat evvel öğrendiği bir Chopin noktürnünü hiç vakit kaybetmek istemeden, daha sonradan zar zor ezber ettiği şu yegâne ezgiyi de büsbütün unutmak korkusunun verdiği gerginlikten bir sakarlıkla dişlere tane tane dökerken; tüm hayat emellerinin karşısında şu küçücük, yepelek parmakları büyük bir şevkle kucak kucağa izlemiş iki tâze muâşık, zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmemişlerdir yâhut küçükhanım mürebbiyemiz eline aldığı yaldızlı defterden küçük bey için birkaç neşîde okumaya heveslenmiş, özellikle Lamartine’den Le Premiere Regret’i yanık bir sedâyle okumaya başladığı devre evin efendileri onun Fransevîsine, kelimelerin tonlarına tekrardan meftûn olmuş, bu kırgın neşîdenin içinde ölüp tekrar dirilmişler, zamanın ne olduğunu biraz için bile olsun unutarak semâlarda süzülmüşlerdir. Zihinlerindeyse yalnız şu ziyâde temevvüc bulur:

“Mais pourquoi m´entraîner vers ces scènes passées?
Laissons le vent gémir et lef lot murmurer;
Revenez, revenez, à mes tristes pensées!
Je veux rêver et non pleurer!”

Fakat daha bitmemiştir.
Bu neşîde ve Chopinlik mevzuunun üzerine şimdi de küçük bey için ne giyileceği husûsunda ufak bir istişâre vukû bulmuş; sonra da belki beybabasına benzemek için giymekte ısrâr ettiği şu yaldız işlemeli, -biraz sarıya kaçan- yeşil ipek gömlekte, sencâbi kadife poturda, ince ve titizce bağlanmış boyun bağında, yakasına bir sitâre misâlinden iliştirilmiş gümüş rengi broşta, sırtında hafif hafif havalanan kaşmirden sarı pelerinde, ufak birer büveti andıran Herald işi mâi potinlerde karar kılınmış ve küçük beyin uzun, dalgalı sarı saçlarıyla bir cümbüş inkişâf ederek süzülen, elindeki ufak, al vatan bayrağı, belinden ayak bileğine kadar uzanarak parıldayan oyuncak şemşiri -anlaşılır ki- yalnız yanında heybetli bir heykel gibi duran şu kudret timsâline, şu kahraman askere, beybabasına duyduğu hürmet ve hayranlıktan vücûd bulmuştur.
İşte, bahsettiğim tüm şiir, şu küçük yavrucağın âtîde yanındaki hürriyet güneşine biraz olsun benzeyebilme ümîdinde, onun kahramanlık vasfını kendinde bulabilme hayâlinde, vatanına uzanan kirli elleri kırmak, paramparça etmek, ayaklarının altına alıp ezmek, çiğnemek düşündedir. İşte, bahsettiğim o tüm şiir, şu çocuğun babasına duyduğu hayranlık ve hürmette, istikbâlde onun adını mağrûr bir edâyle taşıyabilme hülyâsındadır.
Gözündeki berk ateşlerinden sarîhtir; şu sarışın, minik yavrucak, bir gün milletinin yegâne ümîdi olan şu kılıcı kuşanıp gâfilin karşısına dikilecek, ecdâdının kabrini pâmâl etmek isteyen ayakları mahvedecek, babasının nâmını ebediyyen yaşatacak olmanın haklı gururuyla göğsüne iliştirilen altından madalyaları kıvanç giryeleriyle kabul edecek, sonra artık kendini meftûn olmuş, tüm âlâmını bitmiş kabul ederek kahraman babasının yanındaki toprağa, onun tam göğsüne huzur ve sükûn içinde uzanabilecek; artık cinânın en yüksek katlarından onu bir “Aferin, oğlum!” nazarıyla temâşa eden şu adamın kulağına nârin, dokunulsa hemen yok olacakmış zannedilen bir ziyâdan mürekkeb sedâsiyle terennüm edecek:
─ Bakınız, babacığım! Gördünüz mü? Sizi gururlandırdım... İşte, benimle, oğlunuzla ilgili tüm hülyâlarınız şâd olduğu için mesrûriyetle ağlayabiliyorsunuz, giryelerinizi tutamıyorsunuz! Biliyorum, benimle mağrûr oluyorsunuz!.. Zaferimden, pençelerimle kazıyarak aldığım madalyonlarımdan göğsünüz şişiyor, değil mi babacığım? Sizin gibi olduğum için, nâm ü şânımızı ilel-ebed bir abide-i hürriyet üzerine altın saflarla kazıdığım için vicdânınız rahat oldu mu artık? Tüm hayatınızın yek ümidi olan şu sarışın çocuk, şimdi huzûrunuza bir halk kahramanı, bir ahter olarak uzanınca mutlu oldunuz mu babacığım?..
Fakat tüm bu şiirin hâricinde, o iki güçlü erkeğin ardında sözde silik duran bir kadın vardır. Asıl gaflet, tüm bu şiirin kendi kendine var olduğunu düşünme hatasında bulunmak; bu anneye, yaşam refikine yok hükmünü vermektir. Bir kadın ki, her şeydir. Bir kadın ki, -bu tasvîre hiçbir lisânın kâfî olacağını zannetmiyor olsam da- beyâbân içinde bir vahâ misâlindendir.
Şu yüzünü tamamen kapatmayan zümrüt renginde ipekten esvâbı, omuzlarından bileklerine kadar inerek titreşen sarı yeldirmesi, başının üzerinde hafif bir esinti gibi duran dantel işlemeli başlığı, el bileklerinde neredeyse fark edilebilen zarif altın bilezikleri, ufak birer ağaç dalı gibi duran ellerindeki mor kadifeden eldivenleri, bu ellerle tuttuğu sarı ipekten mendili ve abanîden abanoz gövdeli Robenson şemsiyesi de fi’lvâkî bir kadını güzel kılmaya kâfî şeylerdir.
Bu şûhluk, bu şiir, şimdi yanında vakûr bir kudret timsâli hâlinde parıldayan şu adamı bir vakitler kendi hayâllerinden korkan, uçurumlara adım atmakla atmamak arasındaki telâşından sürekli emeklemek, sürünmekle mükellef bir çocuk olarak kollarının arasına almış; bu ürkek benliği gerçek bir erkek hâline getirmek için senelerce gönül hafifletmekten, dayanılacak nîmetşinâs bir omuz olmaktan, pek müşkül vaziyetlere ciddîyetle göğüs germekten mükellef başka bir yaradılıştır.
Gözler ise kadın yaradılışında bambaşka bir sedâdır.
Bu vefâkar kadının gözleri benim gözlerimle bir lahzâ için birleşmişti. Bu bir saniyelik tesâdüf tüm kelimelerden fazla şey anlatır, tahayül eder misiniz?
─ Sen de görüyorsun, değil mi, der.
Bu gözler, en fazla yirmi seneden oluşan hayatının zor zamanlarda dayanılacak vakûr bir omuz olmakla mükellef geçen vakitlerini bir çırpıda, hiçbir söze gerek duymadan, kıvılcımlar saçarak anlatır:
─ Evet, yanımdaki şu gözleri hülyâlarla parıldayan çocuğu sen de görüyorsun, değil mi? Karnımda büyütüp beslediğim, hastalandığı vakitler başının ucunda giryeler dökerek beklediğim, bu hâline ancak şefkatimle getirmeye muvaffak olduğum sarışın çocuğu sen de görüyosun, değil mi?..
Yalnız bir saniye... Sonrası yine sandalyelere doğru aceleyle ilerleyen bir debdebe; yine gıcırdayan, uzun uzun gıcırdayan tekerlekler...

Hayatta çoğu şeye itimât edilemeyeceği gibi, İstanbul’un havasına da hiç güven olmaz.
Evvelki ümit ziyâları saçan güneşten, bir temevvüc hâli ile süzülüp giden ufuktan şimdi hiçbir şey kalmamıştı. Araba ilerledikçe tekerleklerle birlikte semâdan da bulutlar yırtınıyor, yağmur muttarid darbelerle insanlığın karanlık çehresine vurup onu temizlemek ister gibi boşanıyordu.
Fakat tüm bu bahsettiğim neşvedâr şiirin içinde bir karanlık sûret vardır ki onu temizleyip zilletinden arındırabilecek hiçbir kudret yoktur.
Beşeriyâtın kara lekesi, tüm zılâlinin ve yaradılıştan muzdaripliğinin soldurduğu sûretiyle Taksim durağının önündeki kaldırım taşında oturup hayattan mağdur bir edâyle para yakarmaktadır.
O, bir zavallıdır!
Onun geç kalmak utancından kaçınmak için hemencecik hazırlanması gerektiği bir balosu, üzerine giyebileceği masmâvi bir pelerini, cebinden çıkarıp bakabileceği mineli bir saati, ellerinden tutarak valse kaldıracağı gencecik, güzeller güzeli bir zevcesi, ona memleketinden hisli neşîdeler söyleyecek bir mürebbiyesi yâhut yanından sarsılarak geçen şu donuk sarı arabaya verecek bir kırk parası yoktur!
Heyhât!
Onu durmadan kara kara boşanan şu sisli bulutlardan muhafaza edecek bir muşamba şemsiyesi bile yoktur!
O, arsız bir dilencidir!
Beş para almak için senin yakana yapışır da güzel bağlanmış boyun bağını ilmeklerine ayırır!
Birbirine karışmış saçından ve sakalından, yırtık, tabanı sökük çizmelerinden, sözde kıyafet diye giydiği paçavralardan hiç utanmaz!
Evet, o bir sarhoştur!
Ne önünü düzgün görür, ne de boğazının hırıltısından başka bir şey duyar...
Evet, onu hor görmeye hakkın var kahraman asker, sen yokların içinden ümitler yaratırken bu altmış yıllık berbat yaratık meyhâne köşelerinde sızmıyor muydu?..
Sen hep, o hiçtir.
Sen, arabanın camından şu sarhoşa nefret ile bakan genç yüzbaşı, sen, tâze şiir, elbet hakkın var, fakat tüm hülyâlarının içinde bir mahşer olarak gizlenen şu hakîkati sakın unutma:
Belki onun bu mîde bulandıran hâli seni bugün meftûn eden aşk ve şiir yüzündendir!


7 Şubat 2016 Pazar

Tevhîd

Ey, rabb-i mümkînât! Her şeyin yaratıcısı, yoktan vār eden, ulvî vâhib-ül-âmâl! 
Gönüller vardır aşkınla şeydâ; rûhlar vardır, bulur sevdânla iğtilā...

Ama şu var: Sadâ yalnız ses değil.
Daha evvel ben miydim müntehil?

Yâ Rabbî! Ey, hâkîkat-i mükellef! Lâleler, güller, sümbüller hep senin eserindir.
Kulların vardır bî-hudûd eserinde -ki onlar- ile'l-ebed senin esîrindir


Allāhım! Ben ki hep senin meczûbunum.
Affet! Tüm günâhlarımdan mahcûbunum.

Ey, eşsiz, emsâlsiz saadetim! Şevk-i behâr, hâr-ı sayf, serd-i şitâ, hüzn-i hazân...
Adını anar, sende seni ararım bıkmadan. Lâkin -efsûs ki- zaman zaman:

Gaflet ederim ve her şey pür-sükûn olur;
senden geçsem hayâtım ser-nigûn olur!

İlâhî! Bir sen varsın benin ötesinde, sen varsın zâtımın kalb-i şiftesinde!
Ey, âlemlerin sonsuzluğa yansıyan sesi! Sensin, sen, rûhumun mâ'kesi!

Ben ki zâtınla olmuşdum şûhperver,
fî'l hakîka varlığın yoktan birer birer
mübeccel, güzel hârîkalar vār eder.
Sana varmak... İşte, bu mukadder!

Hallâk-ı lâ-yemûd! Yalnız seni yâd ederim kalb-i nâle-meşhûnumda;
nişânesidir şu hep gördüğün katre-i lerzedârım kalb-i meftûnumda.

Ben hep senin aşkından hodkâmım.
Ye'sim yok! Fakat niçin bu ahzânım?
Mâzîde kaldı artık tüm o bednâmım,
bak, senden vücûd buldu ilhâmım!

Al şu garîbân-ı bî-tâbı nûrlarla muntazır cinânına, biraz huzur bulsun. 


                                          Mezârımda bir hat, budur kâfî:
                                             «HÜV-E'L BÂKλ
                                         fezâyse rûhumun âşiyânesidir,
                                         ki cebhe-i hüznüm
nişânesidir.

Ey, lâ-şerîke-leh Allāhım! Bak, şimdi susmak bilmiyor lisân ü vicdânım!

Ey, ey, âlemleri aydınlatan Allāhım!..
Al beni, dinsin, bitsin şu «eyvāh»ım!

7, II , 2016

4 Şubat 2016 Perşembe

Sen ve Deniz

Biz hep simsiyâh... Bütün şu deniz,
ardımızda pür-cüşân çalkalanıyor.
Ben âlâm içinde... Sanki teknesiz.

Tüm deniz ─ âguş-ı bîhudûd Bosfor,
sanki ister hayâta bir tesellî olmak,
bir alçalır, bir yükselir ki mosmor.

Ben bunu gördükçe isterim solmak
şu dalgaların yırtılan hırçın bâlinde.
Niçin hâlâ gülümser, sönmez âfak?

Lâkin bir iştiyâk isterim hayâlinde,
deryâya bak... Bu tahassür sürsün.
Ne güzelsin sen hazân leyâlinde!

Mûnis, bir emel gibi mûnis, hürsün;
deniz ve sen, sebebi hep ıztırâbımın,
gözlerinle ama ne şûh görünürsün!

Siz işte, nedeni hicrân-ı şebâbımın.
Fakat ne zillet! Sen mâh-perversin!
Ama yine sebebisin kaçan hâbımın.

Fakat yine sen, yine sen! Hissimin
bende medârı, âh; mesâr ü medârı...
Beni sarar sımsıkı senin rûh-enîsin.

Bir dîl ki bende, senden yanar nârı,
bir his ki bende, senden bilir bahârı!

4, II, 2016

30 Ocak 2016 Cumartesi

Bir Nağme

               Hüzünlü bir ağıt, uzun, füsûn;
               kömür gözlüm, ağlıyor musun?
Fakat değil zamânı şimdi sevmenin, sevişmenin…
               Senin sesin, bu şûh nağmenin
               incilâsıdır gözünde sürmenin.
Hayât nedir seninle ücrâ bir ufukta, âh, o nedir?
Senin neşvedâr kollarında – az biraz güler hayât,
               güler şu alevlenen şûkûfeler, 
               güler şu yüz kızartan lâtîfeler.
Soğuk, bu kar, şitâ… Zannetme sakın korkulur,
elbet o şitâ behâr olur, bu zifirî leyl nehâr olur.
Sabret! Keder biter ve hayâtın füsûnkâr olur.
               Bak,  hep gördüğün vakfeler;
               gide gide kısalıyor mesâfeler.
Evet... Muttasıl hicrânın sonu var, fakat heyhât;
şu hicrân için nasıl «Onu bilmem ben!» denir?
               Gözüm misâli pür-çeşmenin,
               elemine ağlar şûh nağmenin!
Fakat değil zamânı şimdi sevmenin, sevişmenin…
               Hüzünlü bir ağıt, uzun, füsûn;
               ey, dilberim! Duyuyor musun?

Eski Şeyler
11, VII, 2015

Cihândadır melekler!

Ağlayan, rûhu dağlayan siyâh-renk sokaklarda
birkaç lambanın ziyâsı gönlümü eyliyor tehzîz.
Şu dem-beste bülbüller durur fecî’ saçaklarda,
                            âciz ve sessiz.

Semâ güneş görecek elbet… Lâkin ne zaman?
Ziyâ raks eyliyecek şu cihânın süsüyle... Zillet,
rûhu solduran, dağılacak şu şebreng duman;
                            bekle ve seyret.

O sisli, kömür gözlerin ki en zifirî siyâhtan
bana bakmakta: Âh, nasıl da mâsumânesin! 
«Cihândadır melekler!» diyen Allâh'tan
                            bir nişânesin.

Eski Şeyler
9, VI, 2015

13 Ocak 2016 Çarşamba

Şükûfeler... Türâb!

Hava latîf... Çiçekler açar içerinden
bir türâb ki hülyâlarımla dolmuş,
bir türâb ki şükûfelerle muayyen;
fakat benim goncam, bak... Solmuş.

Ne var hisse şâyân fakat şu âlemde?

Benim bugün onu takdîre hâlim yok.
Adını anar inlerim artık her demde;
sen yoksun, bak... Âh, derdim çok!

Goncam diyorum, o rûh ki bir dilber,
onu görünce sararıp da solmuşdum.
Bir dilber ki kelebeklerden müzehher;
her işvesine hayrân, şâir olmuşdum.

Ona hayrân hissimle şâir olmuşken

nasıl fırâkını tasvîre iktidârım olur?
Neşvedâr hâlimle sararıp solmuşken,
nasıl hislenip yazacak bahârım olur?

İşte ben böyle sensiz olan her leylin

kalbimde yasını tutarım... Of, figân!
Ve içimde sana dâir olan her meylin,
hem de her meylin... Sevgilim, inan.

13, I, 2016

9 Ocak 2016 Cumartesi

Hazîn Mûsikî

Sorardın: «Niçin muzdarîb ellerin
«biraz olsa dinlenmeden bî-haber?
«Yazık… şunca hâin, vefâsız için
«niçin cenk eder, koşturur, sabreder?»
Cevâbın olur belki tüm kasvetim,
bu yüzden itîrâz eder, inlerim.
Hayır, korkma… Lânetlerim müştekî
ruhun hâlidir… Pek hazîn mûsikî!


Eski Şeyler
4, IX, 2015

8 Ocak 2016 Cuma

Son Nazâr

Bilsen, niçin takıldı kaldı gözlerim o an
sen son bir kez baktın da nûrlu çehrenle bana,
benim âciz rûhumdu nazârınla boğulan;
ve efsûs! Artık bomboş kaldı sensiz bu yuva.

O an anladım işte… Ağlardın ufak ufak,
o hâtırâların da hükmü bitecek bir gün.
Fakat ne zormuş gittin ya ardından bağırmak
döndürmüyorsa seni… Şu münfa'il gördüğün

adam bile bastı bir taş hükmettiğin yere.
Soldu… Soldu ve gitti bütün o hâtırâlar,
Fakat şu âciz, yorgun, hatta belki bîçâre
gönülde bir iz; bilmem niçin hâlâ kan ağlar!

Eski Şeyler
2, IX, 2015

Hâb-ı Girîzân

Şimdi tüm şehir uykuda... Aldanma, ben
kaçan uykumla bütün, bütün şevkimden
uzaktayım... Bir cûşiş-i elem içindeyim.
Neşîdem yalvarır, tüm o hiss-i rikkatim!

Bu hazîn bergüzâra bakarım, bir zambak

solmuş ve düşmüş kalemimden ağlayarak.
Bir hâb-ı girîzânın tasvîridir bu, düşünün;
ben ve gece, tersimiyle bî-hâbız düşümün.

Lâkin zarar yok! Memnûnum bu hâlimden;

bî-huzûr, harâb olan şu hâl-i muhâlimden;
muhtazır, muğber, mahmûr hayâlimden;
                      inleyen kırgın ibtihâlimden...

Evet, memnûnum. Bu hâl bana bükâ getirir,

                      tüm giryemle mesrûrum ben.

                      O muayyen kederimden

tasvîr etdiğim hılkat benim mahfî hâlimdir,
bir şi'r-i perîşandır ki mânâsı... Melâlimdir.

8, I, 2016