Galatasarayı’nın ücrâ sokaklarından
birindeki Ebvâb-ı Müzehheb edebî mecmuâsı çatlak sıvalı, kiremit rengi boyalı,
taşyağı ve hamur kokulu, kaymaktaşı işlemeli demir kapıdan ufak binâsıyle her
vakitki tenhâ hâline nispeten bugün epey yoğun olacakdı.
Mehmed Suad Bey, erken gelmişlerdi.
Nihâyet tefrikasına başlanacak olan
Bir Emel-i Me`yûs isimli hikâyesinin
tebriklerini kabul etmek için sayılı edebiyyât isimlerini ve cerîdeden kalem
arkadaşlarını sofada, heyecânına mağlûb, oturduğu yerde bir lâhza için sâbit
kalma mukâvemetini gösteremeyerek bekliyordu.
Ne yazık, dakikalar geçmiyordu!
Üç yılının gecesini ve gündüzünü
verdiği hikâyesi nihâyet ikmâl olmuş,
tüm tashih ameliyyâtı bitmiş, yalnız neşretmek ve elleriyle ördüğü şu
ufak, yepelek bir hayât kâbilindeki şeye gelecek tebrikleri kabul etmek,
mütevazı bir minnetle bunları iâde etmek kalmıştı.
Üç sene!.. Ne demek? Yeşilden
çuhalı yazıhânesinin tepesinde geçen üç sene, koca bir ömür gibiydi. Kâh kesilmekten,
sırf beş sahifeyi haftalar boyu yazıp yırtmakdan, tekrar tekrar yazıp yırtmakdan
muzdarip günlerle, kâh birbirinin sedâsına yapışacak kelimeleri bulamamakdan,
şâirânelik hünerini tümden kaybetdim dehşetinden mütevellid bir ye`sle, kâh bir
cümlenin bozulan, saatlerce -bî-hâb saatlerce- üzerine kalem vurulmasına rağmen
bir türlü yerine oturmayan inşaatını bir mühendis-i edebiyyât nazarıyle tashih
etmekle geçen üç senelik bir ömür!.. Sâde bu da değil, câmit kış gecelerinde
koynunda uyutduğu, saçlarının kıvrımlarına kadar olan şiiri elleriyle ördüğü, vakit
olurdu ki onların ma`lûl tabîatlerine kendi dahi ağladığı fertleri şimdi birer
efsâne olacak, kaybolacak, ondan kaçacaklardı, öyle mi?..
Hüseyin Bey, artık uzaklarda âfâk-ı
mütemevvici, sehâib-i gürîhteyi temâşa eyleyerek hayât-ı bedbahtının bu girye-engîz
levhâsına gömülüp, güm-şûde, tüm bu zılâlin altında ezilmiş bir cîfe kâbilinden
ağlayamayacak; onun emel-i me`yûsundaki hayat refiki Nâgihân ise köşesinde -bir
heykel- çuvaldızı ve örgüsüyle uğraşamayacak yâhut Hüseyin Bey’den işvelerle aşırdığı
Fransevî mecmuâlardan tercümeye çalıştığı bir Lamartine yâhut Coppée neşîdesinden,
her kelimesine mest olduğu bir Daudet hikâyesinden vücûd bulan hissiyât feverânıyle
beşeriyyâtın mahv-i mukadderine tatlı tatlı hislenemeyecek, bu bedbin-âne fakat
füsûn-perver ezgilerin içinde kaybolamayacak, öyle mi?..
Üç senesinin her dakikasını fedâ
ettiği, yazıhânesinde değilken bile dîmağında hayât bulan bu fertler, şimdi bir
gazetenin sayfalarını topu topu yüz kuruş için dolduracak, okunduktan sonra da
beğenildi yâhut beğenilmedi, yalnız buruşturulup köşe ücrâya fırlatılacak bir
kâğıt parçasından ibâret olacak, öyle mi?..
Şimdi birer nikâb-ı sisle örtülmüş zannında
olduğu gözleri bu nârin hayâlâtı bir örümcek misâli ören parmaklarını ona, kendi
lisânında telâkkî ettiği kelimelerle, «evrâk-ı
kadîd-i hazân» teşbihinde gösteriyor;
sînesinden sökülüp alınan bu şiire karşı nâ-çâr kalmaktan mütevellid bir «maraz-ı şedîd-i lâ-yemûd»a
tutulan boğazının hırıltısından sanki yalnız üç senelik bir ömür değil, hem
bahtsız bir ömür, enînini duyuyordu.
Bahtsız bir ömür!.. Yerlerdeki
taşları buğulu nazarlar ile seyrederek, perîşân-hâtır, kendisine bu enîni
tekrâr ettikçe cihâz-ı asâbının içinde sanki bir hummâ-i lâ-devâ tevellüd
ediyor, başı nârlar içinde yandıkça o efsâne olacak fertleri, zât-ı
zî-kıymetleri temâşâya daldığı mermerlerde nuhâmî görüyordu.
Kapı çalındı zannetdi.
Demir kapının ufak darbelerle
vurulmasıyle ânîden kendine gelerek, bir eliyle başından düşecek olan fesi
tuttu ve yerinden fırlayıverdi.
Cerîdeden başmuharrir Câhid Şevki
ve şâir Ahmed Osman Bey teşrîf etmişlerdi.
Câhid Şevki Bey, her zamanki hâliyle
yakışıklı, lâciverd bir frak, beyaz bir gömlek ve elbisesi ile latîfce âheng-i
renk vücûde getiren nakışlı bir sencâbî fiyango giyinmiş idi. Şosonları bu
soğuk günde bile tertemiz olmaktan hâlî kalmıyor idi.
Refikinden nispeten biraz daha az
şık kalarak Ahmed Osman Bey de tabîatinin ona verdiği tüm şûhluk ile zarîf, beyaz
gömleği, siyâh cepkeni ve biraz tozlanmış iskarpinleriyle pür-tebessüm duruyor;
şebâbının tüm güzelliği düzgün fesinin yanından târümâr olmuş güneş sarısı saçlarından
vücûde geliyor imişçesine, koltuğunun altında tuttuğu iki üç La Revue Fantaisiste risâlesi ile
şüphesiz ki şâir idi.