“Bakınız şimdi, size ne
anlatacağım...”
Eski dostum İhsân Bey, anlatacağı hazîn
sergüzeştine böyle başlamıştı. O akşam Beykoz’daki köşkünde altı kişiydik. Ben
zâten üç gündür burada misâfirlik ettiğim için, onun bu hassas hâlinden
istifâde etmiştim.
Cerîdeden muharrir arkadaşlar
oradan buradan toplaşarak bu gece için yatıya gelmişler, yanlarında da birçok içkiyi
getirmişlerdi. Rom yâhut viski sürekli bardaklara doluyor, bu yüzden pek sıcak
olan geceden iyice bunalıyorduk. Bir şehnişîn hayâl edin ki altı adam feslerini
bir köşeye fırlatmış, çoktandır açılmış olan boyun bağları çıkmış, terden artık
rengi solmuş lâcivert kadife cepkenler boş bir sandalyenin üstüne yığılmış...
İşte böyle bir levhânın içinde biraz olsun harâretimizden kurtulmak için
tamâmiyle Marmara’nın hudutsuz kucağına dönmüştük.
Çehreler sert içkiden kızarıyordu.
Bizim beyefendiler artık aslında
hiç yüz çevirmeyecekleri latîfelere kahkahalar ile gülüp eğlenirken ben neden
sükûnetimi korumayı uygun buluyor, bir taraftan onları temâşa edip bir taraftan
da portakallar doğruyordum.
İhsân Bey, ufukta nârin, ürkekçe
sallanan, sıcaktan artık sararmış ağaç yapraklarına biraz daldı; ben buna
dikkat kesilmiş, şu sebepsiz zannettiğim dalgınlığını suâl etmeye kalkışacaktım.
O, buna fırsat vermeden, zarif bir tebessümden mürekkeb bu mukaddîme
vasıtasıyla söze atıldı.
Birden hepimiz sükûn içinde idik.
Tümümüz elimizde ne iş varsa
bırakmış, şu boğucu sıcağın içinde yekdiğerimize daha da -ve daha da- sokulmuş,
tüm dikkatimizle İhsân Bey'e kulak kesilmiştik. Şimdi o, Marmara’nın şu uçsuz
bucaksız kucağına mânâlı nazarlarla dalmış, bıyıklarını buruyor, şöyle diyordu:
─ Bakınız şimdi, size ne
anlatacağım...
En azından bu denli sıcak bir
gündü. Üzerinden artık beş sene kadar geçmiştir zannederim. Mayıs ayının ortalarıydı.
Şişli’den arabaya binip Galatasarayı’nda inecektim. Hakîkaten ilginç bir
sıcaktı. Başımı kaldırmaya hâl bulamıyor, muvaffak olduğumda da yalnız açılmış
az az, bembeyaz şemsiyeleri görüyordum. Havada sürekli titreşen bir sükûtîlik
hâli vardı. Sanki tüm şehir evlerine çekilmiş, sofada oturup yelpâzeleriyle biraz
serinlemek istiyor ki sokakta işi olan birkaç mêyûsdan başka kimse kalmamış...
Benim de cerîdede ufak bir tashih işim olmasa dışarı çıkar mıydım?
Bilmem. Yalnız o vakitlerki hissiyâtımı
idrâk etmenizi sağlayacak kelimeleri bulamıyorum. Sizler de çok iyi bilirsiniz
ki hayat tümüyle hissedilecek bir şiirdir. Ne demek istediğimi, rica ederim,
sizler de anlıyor musunuz?
Hayâl yâhut hakîkat olsun, şiir her
yerdedir. Lâkin o, elle uzanılıp tutulacak cinsten bir şey değil, bir çağlayan
feverânı mukâbilinde sürekli taşan, fışkıran ve köpüren, önünde ne müşkül bir mâni
varsa mahvedip deviren; beşerin zihnine tesir etmek demek az kalır, bunun üzerinde
bir nüfûz hâli, hatta şöyle tasvîr eylemek gerek ki beşerin zihnini oluşturan
yegâne şeydir.
Evet, şiir her yerdedir.
Bunda elbet ki yazılıp unutulacak
gazelliyâtdan, kasâyidden yâhut kırgın hikâyelerden bahsettiğimi zannedeceksiniz;
hayır! Ben bunda yalnız bir ümit güneşinden, yeni doğmuş bir bebeğin
gözlerindeki hayat ışığından, işte, şu mağmum ve zulmetler içindeki hayata
karşı bir tahammül olarak telakkî ettiğimiz ziynet ve tesellîden bahsediyorum...
Bir şiirden bahsediyorum ki o,
içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte de vardır. O bir şiirdir ki anlatmaya
kelimeler ancak kifâyet bulsun... Bilmem, -artık bize karşı bu hitâbında
titriyordu-, benim heyecânıma sizler, bilmem ortak oluyor musunuz?
Bilmem, sizler de her sabah
aynanızın karşısına geçip de her geçen günün diğerinden diğerinden bir farkı
yok hükmünü verirken bu denli bir ıstırap şehkâsı duyuyor musunuz? Fakat, ne
zarar! Üzerinizde her gün doğan güneşi tahayyül ediniz, bu bir şiir değil
midir? Yalnız bu da değil; şu siyah makberden bir yaşama şerâresiyle doğmuş
hasta bir gonca, topraktan göğe yarılıvermiş –şu hayatın en büyük tesellîsi
diyebileceğim- bâkir bir ağaç, altın sırması saçları ve masmâvi yeldirmesiyle
Galata’dan ufak adımlarla şitâbân bir kızlık ve hezaren bastonu, kırmızı dantel
işlemeli mendiliyle onu tâkîbe koşan bıyıkları yeni terlemiş genç...
İşte, biliniz ki bunlar hep birer
şiirdir. İsteyin yâhut istemeyin, hayatın bizzat kendisinden kaçamayacağınız
gibi bu şiirden de kaçamazsınız. Gözünüzü kapatıp yatağınıza uzandığınızda,
başınızı kaldırıp ufak bir nefes alma hayâliyle gülümsediğinizde, hatta hiç
yoktan var zannettiğiniz o yürek dağlayan elem hissinde...
Evet, bunlar hep birer şiirdir ki yalnız
onu görmek için nereye bakılacağı ve nasıl bakılacağı mühimdir. Rica ederim,
anlıyor musunuz?
Görüyorsunuz ki, tashih işinden
ziyâde böyle bir şiir görmek ümîdiyle dışarıdaydım.
İşte, şimdi, az uzaktan atların
çıngırağı, haydayıcının kamçısının sesi duyuluyor; biraz sonra ise karşımda
donuk sarı bir tramvay, altındaki rayları yarmak, yıkmak istercesine sarsılarak
geliyordu. Bakınız ki görmek isteyen için bu da bir şiirdir. Kimbilir o
tramvayın içerinde ne hayat güneşleri doğmuş, ne yürekler yekdiğerine kavuşmuş
ve işte, şu, sarı donuk tramvay, ne emel çiçeklerine karanlık bir mezar olmuştur!
O donuk sarının altında –tahmîne aklım ermiyor- ne kederler, ne hissiyât, ne
sevdâ hayâlleri yatıyordur! Şu koca arabayı bir havuç, rahat bir uyku hayâliyle
çeken Macar atı, evinden, yuvasından koparıldığında, size sorayım, sizce bir
şiirin kucağına atıldığının farkında mı idi? Yine şu atların kulağında, evine
birkaç kuruş, iki okka ekmek götürmek emeliyle sürekli kamçısını şaklatan
haydayıcı, sizce o bir şiirin en nâif hâli değil midir?
Bu koca şiirin içinde bizleri âciz,
zavallı kaldığımızı düşünmekten alıkoyan nedir?
Yandaki merdivenleri tırmanıp
arkadaki sandalyelerden birine oturmuştum. Beyaz gömlekli, siyah cepkenli,
kalın bıyıklı şu genç biletçi en son yanıma geldiğinde ona kırk parasını
verdim. Sonra bir hayda nârâsı, bir kamçının havada şaklayışı, atların imdât
dileyen kişneyişi ve yine sarsıla sarsıla inleyen, gıcırdayan bir terâne
misâlinden tekerlekler ve -zannediyorum hayâl edebilirsiniz ki- koca arabanın
ortasında melûl bir edâyle tek başına oturan zâtım...
Feriköyü’ne kadar giden yolu nasıl
geçirdiğimi tahattur edemiyorum. Dalmış olacağım, sonra beni şu dakikalık hâbımdan
uyandıran köpek havlamaları, arabanın arkasından belki aş bulmak ümidiyle
koşturan zavallı yaratıklar! Bunun içindeki acı şiiri görebilenler şöyle
düşünürler:
Köpekler, işte onlar, konuşma
şerefiyle mümtâz şu insanın nankörlüğüne böyle feryât eden, lânet yağdırır
mahlûklardır.
Şimdi bir yokuşu tırmanmak için
tramvay duruyor, arabaya iki güçlü at daha katılıyor; sonra şu dar sokaktan bendini
yırtmak, vücûduna vurulan prangasını koparmak ister gibi araba tırmanıyor da
tırmanıyor... Tekerlekler yine kulak tırmalar bir sedâyle yırtınıyor ki en sonunda
tepeye varmaya muvaffak olduk. Şu iki at, tekrar arabadan ayrılıp ahıra dönüyor
ve işte, benim sizlere asıl anlatmak istediğim şiir de burada başlayacak:
Az ötede, -yolun kenarında- kuşamından subay
olduğu belli bir genç, elindeki mâi mendili arabaya sallıyor; yanında da sanırım
ondan daha genç olan hanımı ve erkek çocuğu bir yere geç kalmış olmanın
gerginliğiyle oraya buraya yürüyerek bekliyor.
Arabaya bindiklerinde daha ziyâde
fark ediyorsunuz ki işte, bahsettiğim o tüm şiir, yüreği herhâlde vatanını yükseltmek
ve yüceltmek ümîdiyle yanan şu subayın masmâvi gözlerindedir.
Bakınız; başındaki Leh iplikli, düzgün
kalıplı fesi, üzerinden dizlerine kadar inen koyu yeşili kalın kadife üniforması,
birbirine eşit iliklenmiş altın rengi göğüs düğmeleri ve omzundan yine göğsüne
kadar dökülen bu altın renginden sırmaları, ayaklarından elbisesinin bittiği
yere kadar çıkan sağlam koyu kahveden deri çizmeleri, belindeki kemerden ayak
bileğine kadar inen, şu bahar güneşinin altında alevlenenen gümüş kabzalı hilâl
şemşiri, bir elinde nârin hareketlerle süreklediği gümüş başlıklı; ince, pürüzsüz
bağa gövdeli bastonu, mütereddit temaslarla üniformasının cebinden alarak
baktığı, ucu gümüş renginde bir ipliğe bağlı olan mineli saati, temiz kesilmiş
sakalı ve yanaklarına doğru gürce sivrilen, taranmış Frenkvâri bıyığı anlatır; bu
genç adam daha harp akademisini yeni bitirmiş bir yüzbaşısıdır.
Hâlinden bellidir ki bu tramvaya
yalnız geç kalma endişesinden, arkadaşlara karşı duyulacak mahcûbiyetten, titiz
olmamakla ithâm edilme korkusundan binilmiştir. Beyoğlu’nda gitmeleri gereken
bir dansa atlı, çergili araba çağırmaya da vakit kalmamış; belki şu sarışın,
nâtüvân yavrucak köşkteki piyanosunun başında küçükhanım Fransız mürebbiyesinden
yarım saat evvel öğrendiği bir Chopin noktürnünü hiç vakit kaybetmek istemeden,
daha sonradan zar zor ezber ettiği şu yegâne ezgiyi de büsbütün unutmak
korkusunun verdiği gerginlikten bir sakarlıkla dişlere tane tane dökerken; tüm
hayat emellerinin karşısında şu küçücük, yepelek parmakları büyük bir şevkle kucak
kucağa izlemiş iki tâze muâşık, zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmemişlerdir
yâhut küçükhanım mürebbiyemiz eline aldığı yaldızlı defterden küçük bey için
birkaç neşîde okumaya heveslenmiş, özellikle Lamartine’den Le Premiere Regret’i yanık bir sedâyle okumaya başladığı devre evin
efendileri onun Fransevîsine, kelimelerin tonlarına tekrardan meftûn olmuş, bu
kırgın neşîdenin içinde ölüp tekrar dirilmişler, zamanın ne olduğunu biraz için
bile olsun unutarak semâlarda süzülmüşlerdir. Zihinlerindeyse yalnız şu ziyâde temevvüc
bulur:
“Mais
pourquoi m´entraîner vers ces scènes passées?
Laissons
le vent gémir et lef lot murmurer;
Revenez,
revenez, à mes tristes pensées!
Je
veux rêver et non pleurer!”
Fakat daha bitmemiştir.
Bu neşîde ve Chopinlik
mevzuunun üzerine şimdi de küçük bey için ne giyileceği husûsunda ufak bir
istişâre vukû bulmuş; sonra da belki beybabasına benzemek için giymekte ısrâr
ettiği şu yaldız işlemeli, -biraz sarıya kaçan- yeşil ipek gömlekte, sencâbi
kadife poturda, ince ve titizce bağlanmış boyun bağında, yakasına bir sitâre misâlinden
iliştirilmiş gümüş rengi broşta, sırtında hafif hafif havalanan kaşmirden sarı
pelerinde, ufak birer büveti andıran Herald işi mâi potinlerde karar kılınmış
ve küçük beyin uzun, dalgalı sarı saçlarıyla bir cümbüş inkişâf ederek süzülen,
elindeki ufak, al vatan bayrağı, belinden ayak bileğine kadar uzanarak parıldayan
oyuncak şemşiri -anlaşılır ki- yalnız yanında heybetli bir heykel gibi duran şu
kudret timsâline, şu kahraman askere, beybabasına duyduğu hürmet ve hayranlıktan
vücûd bulmuştur.
İşte, bahsettiğim
tüm şiir, şu küçük yavrucağın âtîde yanındaki hürriyet güneşine biraz olsun
benzeyebilme ümîdinde, onun kahramanlık vasfını kendinde bulabilme hayâlinde,
vatanına uzanan kirli elleri kırmak, paramparça etmek, ayaklarının altına alıp
ezmek, çiğnemek düşündedir. İşte, bahsettiğim o tüm şiir, şu çocuğun babasına
duyduğu hayranlık ve hürmette, istikbâlde onun adını mağrûr bir edâyle
taşıyabilme hülyâsındadır.
Gözündeki berk
ateşlerinden sarîhtir; şu sarışın, minik yavrucak, bir gün milletinin yegâne
ümîdi olan şu kılıcı kuşanıp gâfilin karşısına dikilecek, ecdâdının kabrini
pâmâl etmek isteyen ayakları mahvedecek, babasının nâmını ebediyyen yaşatacak
olmanın haklı gururuyla göğsüne iliştirilen altından madalyaları kıvanç
giryeleriyle kabul edecek, sonra artık kendini meftûn olmuş, tüm âlâmını bitmiş
kabul ederek kahraman babasının yanındaki toprağa, onun tam göğsüne huzur ve
sükûn içinde uzanabilecek; artık cinânın en yüksek katlarından onu bir “Aferin,
oğlum!” nazarıyla temâşa eden şu adamın kulağına nârin, dokunulsa hemen yok
olacakmış zannedilen bir ziyâdan mürekkeb sedâsiyle terennüm edecek:
─ Bakınız, babacığım!
Gördünüz mü? Sizi gururlandırdım... İşte, benimle, oğlunuzla ilgili tüm
hülyâlarınız şâd olduğu için mesrûriyetle ağlayabiliyorsunuz, giryelerinizi tutamıyorsunuz!
Biliyorum, benimle mağrûr oluyorsunuz!.. Zaferimden, pençelerimle kazıyarak
aldığım madalyonlarımdan göğsünüz şişiyor, değil mi babacığım? Sizin gibi olduğum
için, nâm ü şânımızı ilel-ebed bir abide-i hürriyet üzerine altın saflarla
kazıdığım için vicdânınız rahat oldu mu artık? Tüm hayatınızın yek ümidi olan
şu sarışın çocuk, şimdi huzûrunuza bir halk kahramanı, bir ahter olarak
uzanınca mutlu oldunuz mu babacığım?..
Fakat tüm bu
şiirin hâricinde, o iki güçlü erkeğin ardında sözde silik duran bir kadın
vardır. Asıl gaflet, tüm bu şiirin kendi kendine var olduğunu düşünme hatasında
bulunmak; bu anneye, yaşam refikine yok hükmünü vermektir. Bir kadın ki, her
şeydir. Bir kadın ki, -bu tasvîre hiçbir lisânın kâfî olacağını zannetmiyor
olsam da- beyâbân içinde bir vahâ misâlindendir.
Şu yüzünü tamamen
kapatmayan zümrüt renginde ipekten esvâbı, omuzlarından bileklerine kadar
inerek titreşen sarı yeldirmesi, başının üzerinde hafif bir esinti gibi duran
dantel işlemeli başlığı, el bileklerinde neredeyse fark edilebilen zarif altın
bilezikleri, ufak birer ağaç dalı gibi duran ellerindeki mor kadifeden
eldivenleri, bu ellerle tuttuğu sarı ipekten mendili ve abanîden abanoz gövdeli
Robenson şemsiyesi de fi’lvâkî bir kadını güzel kılmaya kâfî şeylerdir.
Bu şûhluk, bu
şiir, şimdi yanında vakûr bir kudret timsâli hâlinde parıldayan şu adamı bir vakitler
kendi hayâllerinden korkan, uçurumlara adım atmakla atmamak arasındaki
telâşından sürekli emeklemek, sürünmekle mükellef bir çocuk olarak kollarının
arasına almış; bu ürkek benliği gerçek bir erkek hâline getirmek için senelerce
gönül hafifletmekten, dayanılacak nîmetşinâs bir omuz olmaktan, pek müşkül
vaziyetlere ciddîyetle göğüs germekten mükellef başka bir yaradılıştır.
Gözler ise kadın
yaradılışında bambaşka bir sedâdır.
Bu vefâkar
kadının gözleri benim gözlerimle bir lahzâ için birleşmişti. Bu bir saniyelik
tesâdüf tüm kelimelerden fazla şey anlatır, tahayül eder misiniz?
─ Sen de
görüyorsun, değil mi, der.
Bu gözler, en
fazla yirmi seneden oluşan hayatının zor zamanlarda dayanılacak vakûr bir omuz
olmakla mükellef geçen vakitlerini bir çırpıda, hiçbir söze gerek duymadan,
kıvılcımlar saçarak anlatır:
─ Evet, yanımdaki
şu gözleri hülyâlarla parıldayan çocuğu sen de görüyorsun, değil mi? Karnımda
büyütüp beslediğim, hastalandığı vakitler başının ucunda giryeler dökerek
beklediğim, bu hâline ancak şefkatimle getirmeye muvaffak olduğum sarışın
çocuğu sen de görüyosun, değil mi?..
Yalnız bir
saniye... Sonrası yine sandalyelere doğru aceleyle ilerleyen bir debdebe; yine
gıcırdayan, uzun uzun gıcırdayan tekerlekler...
Hayatta çoğu şeye
itimât edilemeyeceği gibi, İstanbul’un havasına da hiç güven olmaz.
Evvelki ümit
ziyâları saçan güneşten, bir temevvüc hâli ile süzülüp giden ufuktan şimdi hiçbir
şey kalmamıştı. Araba ilerledikçe tekerleklerle birlikte semâdan da bulutlar
yırtınıyor, yağmur muttarid darbelerle insanlığın karanlık çehresine vurup onu
temizlemek ister gibi boşanıyordu.
Fakat tüm bu
bahsettiğim neşvedâr şiirin içinde bir karanlık sûret vardır ki onu temizleyip
zilletinden arındırabilecek hiçbir kudret yoktur.
Beşeriyâtın kara
lekesi, tüm zılâlinin ve yaradılıştan muzdaripliğinin soldurduğu sûretiyle
Taksim durağının önündeki kaldırım taşında oturup hayattan mağdur bir edâyle
para yakarmaktadır.
O, bir
zavallıdır!
Onun geç kalmak
utancından kaçınmak için hemencecik hazırlanması gerektiği bir balosu, üzerine
giyebileceği masmâvi bir pelerini, cebinden çıkarıp bakabileceği mineli bir
saati, ellerinden tutarak valse kaldıracağı gencecik, güzeller güzeli bir
zevcesi, ona memleketinden hisli neşîdeler söyleyecek bir mürebbiyesi yâhut
yanından sarsılarak geçen şu donuk sarı arabaya verecek bir kırk parası yoktur!
Heyhât!
Onu durmadan kara
kara boşanan şu sisli bulutlardan muhafaza edecek bir muşamba şemsiyesi bile
yoktur!
O, arsız bir
dilencidir!
Beş para almak
için senin yakana yapışır da güzel bağlanmış boyun bağını ilmeklerine ayırır!
Birbirine
karışmış saçından ve sakalından, yırtık, tabanı sökük çizmelerinden, sözde
kıyafet diye giydiği paçavralardan hiç utanmaz!
Evet, o bir
sarhoştur!
Ne önünü düzgün
görür, ne de boğazının hırıltısından başka bir şey duyar...
Evet, onu hor
görmeye hakkın var kahraman asker, sen yokların içinden ümitler yaratırken bu
altmış yıllık berbat yaratık meyhâne köşelerinde sızmıyor muydu?..
Sen hep, o hiçtir.
Sen, arabanın
camından şu sarhoşa nefret ile bakan genç yüzbaşı, sen, tâze şiir, elbet hakkın
var, fakat tüm hülyâlarının içinde bir mahşer olarak gizlenen şu hakîkati sakın
unutma:
Belki onun bu mîde
bulandıran hâli seni bugün meftûn eden aşk ve şiir yüzündendir!