16 Şubat 2016 Salı

Hep yâhut Hiç

“Bakınız şimdi, size ne anlatacağım...”
Eski dostum İhsân Bey, anlatacağı hazîn sergüzeştine böyle başlamıştı. O akşam Beykoz’daki köşkünde altı kişiydik. Ben zâten üç gündür burada misâfirlik ettiğim için, onun bu hassas hâlinden istifâde etmiştim.
Cerîdeden muharrir arkadaşlar oradan buradan toplaşarak bu gece için yatıya gelmişler, yanlarında da birçok içkiyi getirmişlerdi. Rom yâhut viski sürekli bardaklara doluyor, bu yüzden pek sıcak olan geceden iyice bunalıyorduk. Bir şehnişîn hayâl edin ki altı adam feslerini bir köşeye fırlatmış, çoktandır açılmış olan boyun bağları çıkmış, terden artık rengi solmuş lâcivert kadife cepkenler boş bir sandalyenin üstüne yığılmış... İşte böyle bir levhânın içinde biraz olsun harâretimizden kurtulmak için tamâmiyle Marmara’nın hudutsuz kucağına dönmüştük.
Çehreler sert içkiden kızarıyordu.
Bizim beyefendiler artık aslında hiç yüz çevirmeyecekleri latîfelere kahkahalar ile gülüp eğlenirken ben neden sükûnetimi korumayı uygun buluyor, bir taraftan onları temâşa edip bir taraftan da portakallar doğruyordum.
İhsân Bey, ufukta nârin, ürkekçe sallanan, sıcaktan artık sararmış ağaç yapraklarına biraz daldı; ben buna dikkat kesilmiş, şu sebepsiz zannettiğim dalgınlığını suâl etmeye kalkışacaktım. O, buna fırsat vermeden, zarif bir tebessümden mürekkeb bu mukaddîme vasıtasıyla söze atıldı.
Birden hepimiz sükûn içinde idik.
Tümümüz elimizde ne iş varsa bırakmış, şu boğucu sıcağın içinde yekdiğerimize daha da -ve daha da- sokulmuş, tüm dikkatimizle İhsân Bey'e kulak kesilmiştik. Şimdi o, Marmara’nın şu uçsuz bucaksız kucağına mânâlı nazarlarla dalmış, bıyıklarını buruyor, şöyle diyordu:
─ Bakınız şimdi, size ne anlatacağım...
En azından bu denli sıcak bir gündü. Üzerinden artık beş sene kadar geçmiştir zannederim. Mayıs ayının ortalarıydı. Şişli’den arabaya binip Galatasarayı’nda inecektim. Hakîkaten ilginç bir sıcaktı. Başımı kaldırmaya hâl bulamıyor, muvaffak olduğumda da yalnız açılmış az az, bembeyaz şemsiyeleri görüyordum. Havada sürekli titreşen bir sükûtîlik hâli vardı. Sanki tüm şehir evlerine çekilmiş, sofada oturup yelpâzeleriyle biraz serinlemek istiyor ki sokakta işi olan birkaç mêyûsdan başka kimse kalmamış... Benim de cerîdede ufak bir tashih işim olmasa dışarı çıkar mıydım?
Bilmem. Yalnız o vakitlerki hissiyâtımı idrâk etmenizi sağlayacak kelimeleri bulamıyorum. Sizler de çok iyi bilirsiniz ki hayat tümüyle hissedilecek bir şiirdir. Ne demek istediğimi, rica ederim, sizler de anlıyor musunuz?

Hayâl yâhut hakîkat olsun, şiir her yerdedir. Lâkin o, elle uzanılıp tutulacak cinsten bir şey değil, bir çağlayan feverânı mukâbilinde sürekli taşan, fışkıran ve köpüren, önünde ne müşkül bir mâni varsa mahvedip deviren; beşerin zihnine tesir etmek demek az kalır, bunun üzerinde bir nüfûz hâli, hatta şöyle tasvîr eylemek gerek ki beşerin zihnini oluşturan yegâne şeydir.
Evet, şiir her yerdedir.
Bunda elbet ki yazılıp unutulacak gazelliyâtdan, kasâyidden yâhut kırgın hikâyelerden bahsettiğimi zannedeceksiniz; hayır! Ben bunda yalnız bir ümit güneşinden, yeni doğmuş bir bebeğin gözlerindeki hayat ışığından, işte, şu mağmum ve zulmetler içindeki hayata karşı bir tahammül olarak telakkî ettiğimiz ziynet ve tesellîden bahsediyorum...
Bir şiirden bahsediyorum ki o, içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte de vardır. O bir şiirdir ki anlatmaya kelimeler ancak kifâyet bulsun... Bilmem, -artık bize karşı bu hitâbında titriyordu-, benim heyecânıma sizler, bilmem ortak oluyor musunuz?
Bilmem, sizler de her sabah aynanızın karşısına geçip de her geçen günün diğerinden diğerinden bir farkı yok hükmünü verirken bu denli bir ıstırap şehkâsı duyuyor musunuz? Fakat, ne zarar! Üzerinizde her gün doğan güneşi tahayyül ediniz, bu bir şiir değil midir? Yalnız bu da değil; şu siyah makberden bir yaşama şerâresiyle doğmuş hasta bir gonca, topraktan göğe yarılıvermiş –şu hayatın en büyük tesellîsi diyebileceğim- bâkir bir ağaç, altın sırması saçları ve masmâvi yeldirmesiyle Galata’dan ufak adımlarla şitâbân bir kızlık ve hezaren bastonu, kırmızı dantel işlemeli mendiliyle onu tâkîbe koşan bıyıkları yeni terlemiş genç...
İşte, biliniz ki bunlar hep birer şiirdir. İsteyin yâhut istemeyin, hayatın bizzat kendisinden kaçamayacağınız gibi bu şiirden de kaçamazsınız. Gözünüzü kapatıp yatağınıza uzandığınızda, başınızı kaldırıp ufak bir nefes alma hayâliyle gülümsediğinizde, hatta hiç yoktan var zannettiğiniz o yürek dağlayan elem hissinde...
Evet, bunlar hep birer şiirdir ki yalnız onu görmek için nereye bakılacağı ve nasıl bakılacağı mühimdir. Rica ederim, anlıyor musunuz?

Görüyorsunuz ki, tashih işinden ziyâde böyle bir şiir görmek ümîdiyle dışarıdaydım.
İşte, şimdi, az uzaktan atların çıngırağı, haydayıcının kamçısının sesi duyuluyor; biraz sonra ise karşımda donuk sarı bir tramvay, altındaki rayları yarmak, yıkmak istercesine sarsılarak geliyordu. Bakınız ki görmek isteyen için bu da bir şiirdir. Kimbilir o tramvayın içerinde ne hayat güneşleri doğmuş, ne yürekler yekdiğerine kavuşmuş ve işte, şu, sarı donuk tramvay, ne emel çiçeklerine karanlık bir mezar olmuştur! O donuk sarının altında –tahmîne aklım ermiyor- ne kederler, ne hissiyât, ne sevdâ hayâlleri yatıyordur! Şu koca arabayı bir havuç, rahat bir uyku hayâliyle çeken Macar atı, evinden, yuvasından koparıldığında, size sorayım, sizce bir şiirin kucağına atıldığının farkında mı idi? Yine şu atların kulağında, evine birkaç kuruş, iki okka ekmek götürmek emeliyle sürekli kamçısını şaklatan haydayıcı, sizce o bir şiirin en nâif hâli değil midir?
Bu koca şiirin içinde bizleri âciz, zavallı kaldığımızı düşünmekten alıkoyan nedir?

Yandaki merdivenleri tırmanıp arkadaki sandalyelerden birine oturmuştum. Beyaz gömlekli, siyah cepkenli, kalın bıyıklı şu genç biletçi en son yanıma geldiğinde ona kırk parasını verdim. Sonra bir hayda nârâsı, bir kamçının havada şaklayışı, atların imdât dileyen kişneyişi ve yine sarsıla sarsıla inleyen, gıcırdayan bir terâne misâlinden tekerlekler ve -zannediyorum hayâl edebilirsiniz ki- koca arabanın ortasında melûl bir edâyle tek başına oturan zâtım...
Feriköyü’ne kadar giden yolu nasıl geçirdiğimi tahattur edemiyorum. Dalmış olacağım, sonra beni şu dakikalık hâbımdan uyandıran köpek havlamaları, arabanın arkasından belki aş bulmak ümidiyle koşturan zavallı yaratıklar! Bunun içindeki acı şiiri görebilenler şöyle düşünürler:
Köpekler, işte onlar, konuşma şerefiyle mümtâz şu insanın nankörlüğüne böyle feryât eden, lânet yağdırır mahlûklardır.

Şimdi bir yokuşu tırmanmak için tramvay duruyor, arabaya iki güçlü at daha katılıyor; sonra şu dar sokaktan bendini yırtmak, vücûduna vurulan prangasını koparmak ister gibi araba tırmanıyor da tırmanıyor... Tekerlekler yine kulak tırmalar bir sedâyle yırtınıyor ki en sonunda tepeye varmaya muvaffak olduk. Şu iki at, tekrar arabadan ayrılıp ahıra dönüyor ve işte, benim sizlere asıl anlatmak istediğim şiir de burada başlayacak:
 Az ötede, -yolun kenarında- kuşamından subay olduğu belli bir genç, elindeki mâi mendili arabaya sallıyor; yanında da sanırım ondan daha genç olan hanımı ve erkek çocuğu bir yere geç kalmış olmanın gerginliğiyle oraya buraya yürüyerek bekliyor.
Arabaya bindiklerinde daha ziyâde fark ediyorsunuz ki işte, bahsettiğim o tüm şiir, yüreği herhâlde vatanını yükseltmek ve yüceltmek ümîdiyle yanan şu subayın masmâvi gözlerindedir.
Bakınız; başındaki Leh iplikli, düzgün kalıplı fesi, üzerinden dizlerine kadar inen koyu yeşili kalın kadife üniforması, birbirine eşit iliklenmiş altın rengi göğüs düğmeleri ve omzundan yine göğsüne kadar dökülen bu altın renginden sırmaları, ayaklarından elbisesinin bittiği yere kadar çıkan sağlam koyu kahveden deri çizmeleri, belindeki kemerden ayak bileğine kadar inen, şu bahar güneşinin altında alevlenenen gümüş kabzalı hilâl şemşiri, bir elinde nârin hareketlerle süreklediği gümüş başlıklı; ince, pürüzsüz bağa gövdeli bastonu, mütereddit temaslarla üniformasının cebinden alarak baktığı, ucu gümüş renginde bir ipliğe bağlı olan mineli saati, temiz kesilmiş sakalı ve yanaklarına doğru gürce sivrilen, taranmış Frenkvâri bıyığı anlatır; bu genç adam daha harp akademisini yeni bitirmiş bir yüzbaşısıdır.
Hâlinden bellidir ki bu tramvaya yalnız geç kalma endişesinden, arkadaşlara karşı duyulacak mahcûbiyetten, titiz olmamakla ithâm edilme korkusundan binilmiştir. Beyoğlu’nda gitmeleri gereken bir dansa atlı, çergili araba çağırmaya da vakit kalmamış; belki şu sarışın, nâtüvân yavrucak köşkteki piyanosunun başında küçükhanım Fransız mürebbiyesinden yarım saat evvel öğrendiği bir Chopin noktürnünü hiç vakit kaybetmek istemeden, daha sonradan zar zor ezber ettiği şu yegâne ezgiyi de büsbütün unutmak korkusunun verdiği gerginlikten bir sakarlıkla dişlere tane tane dökerken; tüm hayat emellerinin karşısında şu küçücük, yepelek parmakları büyük bir şevkle kucak kucağa izlemiş iki tâze muâşık, zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmemişlerdir yâhut küçükhanım mürebbiyemiz eline aldığı yaldızlı defterden küçük bey için birkaç neşîde okumaya heveslenmiş, özellikle Lamartine’den Le Premiere Regret’i yanık bir sedâyle okumaya başladığı devre evin efendileri onun Fransevîsine, kelimelerin tonlarına tekrardan meftûn olmuş, bu kırgın neşîdenin içinde ölüp tekrar dirilmişler, zamanın ne olduğunu biraz için bile olsun unutarak semâlarda süzülmüşlerdir. Zihinlerindeyse yalnız şu ziyâde temevvüc bulur:

“Mais pourquoi m´entraîner vers ces scènes passées?
Laissons le vent gémir et lef lot murmurer;
Revenez, revenez, à mes tristes pensées!
Je veux rêver et non pleurer!”

Fakat daha bitmemiştir.
Bu neşîde ve Chopinlik mevzuunun üzerine şimdi de küçük bey için ne giyileceği husûsunda ufak bir istişâre vukû bulmuş; sonra da belki beybabasına benzemek için giymekte ısrâr ettiği şu yaldız işlemeli, -biraz sarıya kaçan- yeşil ipek gömlekte, sencâbi kadife poturda, ince ve titizce bağlanmış boyun bağında, yakasına bir sitâre misâlinden iliştirilmiş gümüş rengi broşta, sırtında hafif hafif havalanan kaşmirden sarı pelerinde, ufak birer büveti andıran Herald işi mâi potinlerde karar kılınmış ve küçük beyin uzun, dalgalı sarı saçlarıyla bir cümbüş inkişâf ederek süzülen, elindeki ufak, al vatan bayrağı, belinden ayak bileğine kadar uzanarak parıldayan oyuncak şemşiri -anlaşılır ki- yalnız yanında heybetli bir heykel gibi duran şu kudret timsâline, şu kahraman askere, beybabasına duyduğu hürmet ve hayranlıktan vücûd bulmuştur.
İşte, bahsettiğim tüm şiir, şu küçük yavrucağın âtîde yanındaki hürriyet güneşine biraz olsun benzeyebilme ümîdinde, onun kahramanlık vasfını kendinde bulabilme hayâlinde, vatanına uzanan kirli elleri kırmak, paramparça etmek, ayaklarının altına alıp ezmek, çiğnemek düşündedir. İşte, bahsettiğim o tüm şiir, şu çocuğun babasına duyduğu hayranlık ve hürmette, istikbâlde onun adını mağrûr bir edâyle taşıyabilme hülyâsındadır.
Gözündeki berk ateşlerinden sarîhtir; şu sarışın, minik yavrucak, bir gün milletinin yegâne ümîdi olan şu kılıcı kuşanıp gâfilin karşısına dikilecek, ecdâdının kabrini pâmâl etmek isteyen ayakları mahvedecek, babasının nâmını ebediyyen yaşatacak olmanın haklı gururuyla göğsüne iliştirilen altından madalyaları kıvanç giryeleriyle kabul edecek, sonra artık kendini meftûn olmuş, tüm âlâmını bitmiş kabul ederek kahraman babasının yanındaki toprağa, onun tam göğsüne huzur ve sükûn içinde uzanabilecek; artık cinânın en yüksek katlarından onu bir “Aferin, oğlum!” nazarıyla temâşa eden şu adamın kulağına nârin, dokunulsa hemen yok olacakmış zannedilen bir ziyâdan mürekkeb sedâsiyle terennüm edecek:
─ Bakınız, babacığım! Gördünüz mü? Sizi gururlandırdım... İşte, benimle, oğlunuzla ilgili tüm hülyâlarınız şâd olduğu için mesrûriyetle ağlayabiliyorsunuz, giryelerinizi tutamıyorsunuz! Biliyorum, benimle mağrûr oluyorsunuz!.. Zaferimden, pençelerimle kazıyarak aldığım madalyonlarımdan göğsünüz şişiyor, değil mi babacığım? Sizin gibi olduğum için, nâm ü şânımızı ilel-ebed bir abide-i hürriyet üzerine altın saflarla kazıdığım için vicdânınız rahat oldu mu artık? Tüm hayatınızın yek ümidi olan şu sarışın çocuk, şimdi huzûrunuza bir halk kahramanı, bir ahter olarak uzanınca mutlu oldunuz mu babacığım?..
Fakat tüm bu şiirin hâricinde, o iki güçlü erkeğin ardında sözde silik duran bir kadın vardır. Asıl gaflet, tüm bu şiirin kendi kendine var olduğunu düşünme hatasında bulunmak; bu anneye, yaşam refikine yok hükmünü vermektir. Bir kadın ki, her şeydir. Bir kadın ki, -bu tasvîre hiçbir lisânın kâfî olacağını zannetmiyor olsam da- beyâbân içinde bir vahâ misâlindendir.
Şu yüzünü tamamen kapatmayan zümrüt renginde ipekten esvâbı, omuzlarından bileklerine kadar inerek titreşen sarı yeldirmesi, başının üzerinde hafif bir esinti gibi duran dantel işlemeli başlığı, el bileklerinde neredeyse fark edilebilen zarif altın bilezikleri, ufak birer ağaç dalı gibi duran ellerindeki mor kadifeden eldivenleri, bu ellerle tuttuğu sarı ipekten mendili ve abanîden abanoz gövdeli Robenson şemsiyesi de fi’lvâkî bir kadını güzel kılmaya kâfî şeylerdir.
Bu şûhluk, bu şiir, şimdi yanında vakûr bir kudret timsâli hâlinde parıldayan şu adamı bir vakitler kendi hayâllerinden korkan, uçurumlara adım atmakla atmamak arasındaki telâşından sürekli emeklemek, sürünmekle mükellef bir çocuk olarak kollarının arasına almış; bu ürkek benliği gerçek bir erkek hâline getirmek için senelerce gönül hafifletmekten, dayanılacak nîmetşinâs bir omuz olmaktan, pek müşkül vaziyetlere ciddîyetle göğüs germekten mükellef başka bir yaradılıştır.
Gözler ise kadın yaradılışında bambaşka bir sedâdır.
Bu vefâkar kadının gözleri benim gözlerimle bir lahzâ için birleşmişti. Bu bir saniyelik tesâdüf tüm kelimelerden fazla şey anlatır, tahayül eder misiniz?
─ Sen de görüyorsun, değil mi, der.
Bu gözler, en fazla yirmi seneden oluşan hayatının zor zamanlarda dayanılacak vakûr bir omuz olmakla mükellef geçen vakitlerini bir çırpıda, hiçbir söze gerek duymadan, kıvılcımlar saçarak anlatır:
─ Evet, yanımdaki şu gözleri hülyâlarla parıldayan çocuğu sen de görüyorsun, değil mi? Karnımda büyütüp beslediğim, hastalandığı vakitler başının ucunda giryeler dökerek beklediğim, bu hâline ancak şefkatimle getirmeye muvaffak olduğum sarışın çocuğu sen de görüyosun, değil mi?..
Yalnız bir saniye... Sonrası yine sandalyelere doğru aceleyle ilerleyen bir debdebe; yine gıcırdayan, uzun uzun gıcırdayan tekerlekler...

Hayatta çoğu şeye itimât edilemeyeceği gibi, İstanbul’un havasına da hiç güven olmaz.
Evvelki ümit ziyâları saçan güneşten, bir temevvüc hâli ile süzülüp giden ufuktan şimdi hiçbir şey kalmamıştı. Araba ilerledikçe tekerleklerle birlikte semâdan da bulutlar yırtınıyor, yağmur muttarid darbelerle insanlığın karanlık çehresine vurup onu temizlemek ister gibi boşanıyordu.
Fakat tüm bu bahsettiğim neşvedâr şiirin içinde bir karanlık sûret vardır ki onu temizleyip zilletinden arındırabilecek hiçbir kudret yoktur.
Beşeriyâtın kara lekesi, tüm zılâlinin ve yaradılıştan muzdaripliğinin soldurduğu sûretiyle Taksim durağının önündeki kaldırım taşında oturup hayattan mağdur bir edâyle para yakarmaktadır.
O, bir zavallıdır!
Onun geç kalmak utancından kaçınmak için hemencecik hazırlanması gerektiği bir balosu, üzerine giyebileceği masmâvi bir pelerini, cebinden çıkarıp bakabileceği mineli bir saati, ellerinden tutarak valse kaldıracağı gencecik, güzeller güzeli bir zevcesi, ona memleketinden hisli neşîdeler söyleyecek bir mürebbiyesi yâhut yanından sarsılarak geçen şu donuk sarı arabaya verecek bir kırk parası yoktur!
Heyhât!
Onu durmadan kara kara boşanan şu sisli bulutlardan muhafaza edecek bir muşamba şemsiyesi bile yoktur!
O, arsız bir dilencidir!
Beş para almak için senin yakana yapışır da güzel bağlanmış boyun bağını ilmeklerine ayırır!
Birbirine karışmış saçından ve sakalından, yırtık, tabanı sökük çizmelerinden, sözde kıyafet diye giydiği paçavralardan hiç utanmaz!
Evet, o bir sarhoştur!
Ne önünü düzgün görür, ne de boğazının hırıltısından başka bir şey duyar...
Evet, onu hor görmeye hakkın var kahraman asker, sen yokların içinden ümitler yaratırken bu altmış yıllık berbat yaratık meyhâne köşelerinde sızmıyor muydu?..
Sen hep, o hiçtir.
Sen, arabanın camından şu sarhoşa nefret ile bakan genç yüzbaşı, sen, tâze şiir, elbet hakkın var, fakat tüm hülyâlarının içinde bir mahşer olarak gizlenen şu hakîkati sakın unutma:
Belki onun bu mîde bulandıran hâli seni bugün meftûn eden aşk ve şiir yüzündendir!


7 Şubat 2016 Pazar

Tevhîd

Ey, rabb-i mümkînât! Her şeyin yaratıcısı, yoktan vār eden, ulvî vâhib-ül-âmâl! 
Gönüller vardır aşkınla şeydâ; rûhlar vardır, bulur sevdânla iğtilā...

Ama şu var: Sadâ yalnız ses değil.
Daha evvel ben miydim müntehil?

Yâ Rabbî! Ey, hâkîkat-i mükellef! Lâleler, güller, sümbüller hep senin eserindir.
Kulların vardır bî-hudûd eserinde -ki onlar- ile'l-ebed senin esîrindir


Allāhım! Ben ki hep senin meczûbunum.
Affet! Tüm günâhlarımdan mahcûbunum.

Ey, eşsiz, emsâlsiz saadetim! Şevk-i behâr, hâr-ı sayf, serd-i şitâ, hüzn-i hazân...
Adını anar, sende seni ararım bıkmadan. Lâkin -efsûs ki- zaman zaman:

Gaflet ederim ve her şey pür-sükûn olur;
senden geçsem hayâtım ser-nigûn olur!

İlâhî! Bir sen varsın benin ötesinde, sen varsın zâtımın kalb-i şiftesinde!
Ey, âlemlerin sonsuzluğa yansıyan sesi! Sensin, sen, rûhumun mâ'kesi!

Ben ki zâtınla olmuşdum şûhperver,
fî'l hakîka varlığın yoktan birer birer
mübeccel, güzel hârîkalar vār eder.
Sana varmak... İşte, bu mukadder!

Hallâk-ı lâ-yemûd! Yalnız seni yâd ederim kalb-i nâle-meşhûnumda;
nişânesidir şu hep gördüğün katre-i lerzedârım kalb-i meftûnumda.

Ben hep senin aşkından hodkâmım.
Ye'sim yok! Fakat niçin bu ahzânım?
Mâzîde kaldı artık tüm o bednâmım,
bak, senden vücûd buldu ilhâmım!

Al şu garîbân-ı bî-tâbı nûrlarla muntazır cinânına, biraz huzur bulsun. 


                                          Mezârımda bir hat, budur kâfî:
                                             «HÜV-E'L BÂKλ
                                         fezâyse rûhumun âşiyânesidir,
                                         ki cebhe-i hüznüm
nişânesidir.

Ey, lâ-şerîke-leh Allāhım! Bak, şimdi susmak bilmiyor lisân ü vicdânım!

Ey, ey, âlemleri aydınlatan Allāhım!..
Al beni, dinsin, bitsin şu «eyvāh»ım!

7, II , 2016

4 Şubat 2016 Perşembe

Sen ve Deniz

Biz hep simsiyâh... Bütün şu deniz,
ardımızda pür-cüşân çalkalanıyor.
Ben âlâm içinde... Sanki teknesiz.

Tüm deniz ─ âguş-ı bîhudûd Bosfor,
sanki ister hayâta bir tesellî olmak,
bir alçalır, bir yükselir ki mosmor.

Ben bunu gördükçe isterim solmak
şu dalgaların yırtılan hırçın bâlinde.
Niçin hâlâ gülümser, sönmez âfak?

Lâkin bir iştiyâk isterim hayâlinde,
deryâya bak... Bu tahassür sürsün.
Ne güzelsin sen hazân leyâlinde!

Mûnis, bir emel gibi mûnis, hürsün;
deniz ve sen, sebebi hep ıztırâbımın,
gözlerinle ama ne şûh görünürsün!

Siz işte, nedeni hicrân-ı şebâbımın.
Fakat ne zillet! Sen mâh-perversin!
Ama yine sebebisin kaçan hâbımın.

Fakat yine sen, yine sen! Hissimin
bende medârı, âh; mesâr ü medârı...
Beni sarar sımsıkı senin rûh-enîsin.

Bir dîl ki bende, senden yanar nârı,
bir his ki bende, senden bilir bahârı!

4, II, 2016