26 Mart 2016 Cumartesi

Şiʿr-i Hakk

«Köhne, kadîm, ahmak» dediniz,
biz ona «şiʿr-i hakk» diyoruz;
biz ona «hür yaşamak» diyoruz.
mâdem öyle, şimdi dinleyiniz:
Üç buçuk!.. Şu kadîd şey için
hâbımı, şevkimi harâb ediyorum.
«Yaz!» diyor da şitâb ediyorum,
ve kayboluyor bu sükût-u tanîn.
Sırf şu münfaʿil, kırgın elem-i hiss
şâd olsun!.. Hâlimi bî-tâb ediyorum.
Kar’im duvarlara hitâb ediyorum.
                 Fakat mütehassis:
«Bir gün güneş açacak» diyoruz,
«huzûr bundadır ancak» diyoruz.


Eski Şeyler
4, IX, 2015

20 Mart 2016 Pazar

Gayyâ


Ne diyorduk bak: «Beşerin şu in`idâlinde
«öyle bir gayyâ var ki, içerinde kaynar
«leşten mürekkeb bir vücûd-ı levs var.
«Muttarîden, muttasıl, bir nuhâm hâlinde

«mütecessid bir cîfe süzülür, inkilâlinde
«kizbinden nâ-şinîde salyalar sayıklar,
«lebinden yalnız mülevves ü murdâr
«riyâlar çıkan bir ayyân ü âteşîn gövde!»

Bu mekruh-ı âteşiyâna cinândan sen
istihzâ nazarıyle bakıyorsun nefrinden.
Hâtırân, meleğim, ediyor mu takdîm?

O köpüklerde, taşlarda bir mâtem-gîr
ma`lûl var ki mevt-i esved sürüklenir...
Bak yakından, o tüm giryemle benim!



20, III, 2016

Sis


Ey semâdan bir eli andıran perde, sis!
Herkes sana lânetler yağdırmaya başlar,
ben semâvî çehrene meftûn ve de nâ-çâr
hayrân kalırım bunca vefâsıza bî-his.

Lâkin denmez ki senin sûretin mûnis;
senin nemrutvâri, örtülü bir yüzün var,
ardı yalnız boşluk ve nâ-vücûd esrâr.
Ardı yalnız boşluk ve dinmez bir ye`s.

Niçin o çehrenin ardında saklanırsın?
Görünür artık efkânında koca bir yığın
zillet ki tozların içinde süzülür durur...

Şimdi efkârım bana uzaktan yaklaşır
söylenerek, ben duymaktan hâlî, sağır:
«Mütelevvin değil, gaddar bir gurûr!»



20, III, 2016

17 Mart 2016 Perşembe

Bahtsız Bir Ömür

«Yazık değil mi, niçin bir tanîn-i şevk olsun
benim enîn-i gamım bir leb-i meserretde?..»
T.F.

Galatasarayı’nın ücrâ sokaklarından birindeki Ebvâb-ı Müzehheb edebî mecmuâsı çatlak sıvalı, kiremit rengi boyalı, taşyağı ve hamur kokulu, kaymaktaşı işlemeli demir kapıdan ufak binâsıyle her vakitki tenhâ hâline nispeten bugün epey yoğun olacakdı.
Mehmed Suad Bey, erken gelmişlerdi.
Nihâyet tefrikasına başlanacak olan Bir Emel-i Me`yûs isimli hikâyesinin tebriklerini kabul etmek için sayılı edebiyyât isimlerini ve cerîdeden kalem arkadaşlarını sofada, heyecânına mağlûb, oturduğu yerde bir lâhza için sâbit kalma mukâvemetini gösteremeyerek bekliyordu.
Ne yazık, dakikalar geçmiyordu!
Üç yılının gecesini ve gündüzünü verdiği hikâyesi nihâyet ikmâl olmuş,  tüm tashih ameliyyâtı bitmiş, yalnız neşretmek ve elleriyle ördüğü şu ufak, yepelek bir hayât kâbilindeki şeye gelecek tebrikleri kabul etmek, mütevazı bir minnetle bunları iâde etmek kalmıştı.
Üç sene!.. Ne demek? Yeşilden çuhalı yazıhânesinin tepesinde geçen üç sene, koca bir ömür gibiydi. Kâh kesilmekten, sırf beş sahifeyi haftalar boyu yazıp yırtmakdan, tekrar tekrar yazıp yırtmakdan muzdarip günlerle, kâh birbirinin sedâsına yapışacak kelimeleri bulamamakdan, şâirânelik hünerini tümden kaybetdim dehşetinden mütevellid bir ye`sle, kâh bir cümlenin bozulan, saatlerce -bî-hâb saatlerce- üzerine kalem vurulmasına rağmen bir türlü yerine oturmayan inşaatını bir mühendis-i edebiyyât nazarıyle tashih etmekle geçen üç senelik bir ömür!.. Sâde bu da değil, câmit kış gecelerinde koynunda uyutduğu, saçlarının kıvrımlarına kadar olan şiiri elleriyle ördüğü, vakit olurdu ki onların ma`lûl tabîatlerine kendi dahi ağladığı fertleri şimdi birer efsâne olacak, kaybolacak, ondan kaçacaklardı, öyle mi?..
Hüseyin Bey, artık uzaklarda âfâk-ı mütemevvici, sehâib-i gürîhteyi temâşa eyleyerek hayât-ı bedbahtının bu girye-engîz levhâsına gömülüp, güm-şûde, tüm bu zılâlin altında ezilmiş bir cîfe kâbilinden ağlayamayacak; onun emel-i me`yûsundaki hayat refiki Nâgihân ise köşesinde -bir heykel- çuvaldızı ve örgüsüyle uğraşamayacak yâhut Hüseyin Bey’den işvelerle aşırdığı Fransevî mecmuâlardan tercümeye çalıştığı bir Lamartine yâhut Coppée neşîdesinden, her kelimesine mest olduğu bir Daudet hikâyesinden vücûd bulan hissiyât feverânıyle beşeriyyâtın mahv-i mukadderine tatlı tatlı hislenemeyecek, bu bedbin-âne fakat füsûn-perver ezgilerin içinde kaybolamayacak, öyle mi?..
Üç senesinin her dakikasını fedâ ettiği, yazıhânesinde değilken bile dîmağında hayât bulan bu fertler, şimdi bir gazetenin sayfalarını topu topu yüz kuruş için dolduracak, okunduktan sonra da beğenildi yâhut beğenilmedi, yalnız buruşturulup köşe ücrâya fırlatılacak bir kâğıt parçasından ibâret olacak, öyle mi?..
Şimdi birer nikâb-ı sisle örtülmüş zannında olduğu gözleri bu nârin hayâlâtı bir örümcek misâli ören parmaklarını ona, kendi lisânında telâkkî ettiği kelimelerle, «evrâk-ı kadîd-i hazân» teşbihinde gösteriyor; sînesinden sökülüp alınan bu şiire karşı nâ-çâr kalmaktan mütevellid bir «maraz-ı şedîd-i lâ-yemûd»a tutulan boğazının hırıltısından sanki yalnız üç senelik bir ömür değil, hem bahtsız bir ömür, enînini duyuyordu.
Bahtsız bir ömür!.. Yerlerdeki taşları buğulu nazarlar ile seyrederek, perîşân-hâtır, kendisine bu enîni tekrâr ettikçe cihâz-ı asâbının içinde sanki bir hummâ-i lâ-devâ tevellüd ediyor, başı nârlar içinde yandıkça o efsâne olacak fertleri, zât-ı zî-kıymetleri temâşâya daldığı mermerlerde nuhâmî görüyordu.
Kapı çalındı zannetdi.
Demir kapının ufak darbelerle vurulmasıyle ânîden kendine gelerek, bir eliyle başından düşecek olan fesi tuttu ve yerinden fırlayıverdi.
Cerîdeden başmuharrir Câhid Şevki ve şâir Ahmed Osman Bey teşrîf etmişlerdi.
Câhid Şevki Bey, her zamanki hâliyle yakışıklı, lâciverd bir frak, beyaz bir gömlek ve elbisesi ile latîfce âheng-i renk vücûde getiren nakışlı bir sencâbî fiyango giyinmiş idi. Şosonları bu soğuk günde bile tertemiz olmaktan hâlî kalmıyor idi.
Refikinden nispeten biraz daha az şık kalarak Ahmed Osman Bey de tabîatinin ona verdiği tüm şûhluk ile zarîf, beyaz gömleği, siyâh cepkeni ve biraz tozlanmış iskarpinleriyle pür-tebessüm duruyor; şebâbının tüm güzelliği düzgün fesinin yanından târümâr olmuş güneş sarısı saçlarından vücûde geliyor imişçesine, koltuğunun altında tuttuğu iki üç La Revue Fantaisiste risâlesi ile şüphesiz ki şâir idi.


(...)